25 Şubat 2009 Çarşamba

SİYASAL GÜNDEME DAİR ANALİZLER 3

ÇANKAYA’YA KİM YAKIŞIR?

Türkiye Cumhuriyeti’nin iktidar zirvesinde kimin oturacağı sorunu 20. yüzyıl boyunca hep kriz ve gerilimlere konu oldu. Mustafa Kemal ve onu izleyen İsmet İnönü’nün ulusal kurtuluş savaşındaki askeri ve siyasal önderliklerinden kaynaklanan doğal kurucu önder vasıfları bir yana, 1950’lerden beri bütün Cumhurbaşkanlığı seçimleri, seçilen kişinin seçildiği iktidar konumuna uygunluk derecesinin yönetici sınıf ve zümreler tarafından sorgulanmasıyla belirlenen çatışma ve krizlere yol açtı.

Aslında Osmanlı’da beri devam edegelen bir sorundur bu. Padişahın kim olacağına dair arayış ve seçimler, kardeş katline, suikast ve entrikalara, devlet gücünde bölünme ve iç savaşlara, saray darbelerine kadar açılan krizlere neden olmuştur. Sadece Osmanlı’ya özgü olduğu da söylenemez. Antik çağ devletlerinden Roma’ya, Bizans’tan günümüz devletlerine dek siyasal ve toplumsal akropolde oturacak kişinin yönetici sınıfın birliğini, egemenliğini ve mutabakatını temsil edemediği her durumda, kriz ve çatışma kazanları kaynamaya başlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sarsıntılı ve sallantılı seyrine dönersek, egemen sınıf ve zümrenin yönetememe krizine gebe, saatli bomba gibi patlamaya yakın bu gerilimin kaynağında hangi muharrik kuvvetler saklıdır?

Gerilim ve çatışmanın kaynağını burjuva yazarlar ve onların aklıyla solculuk yapmaya çalışanlar yanlış yerde arıyor. Siyasal kültürel özelliklerimize dair kültürel sosyoloji ve siyasal psikoloji esaslı açıklamalar (uzlaşma yeteneksizliği, kişisel hırs ve aşırılıklar, hoşgörü ve çoğulculuk eksikliği söylemleri), devlet iktidarına sahip seçkinlerle iktidara doğru yükselen Anadolu burjuvazisi ve halk arasındaki kültürel siyasal çatışmalara dair vülger Marksist yorumlar, anayasa hukukuna dair teknik sorunlar, militarist vesayet söylemleri, siyasal- toplumsal rejimin ideolojik krizi vs… merkezli açıklama çabaları sorunu içinden çıkılmaz ve anlaşılmaz hale getirmekten başka bir şeye yaramıyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bir kriz kaynağı haline getiren esas etken, yönetici sınıfın (türk burjuvazisinin) yönetme biçim ve doğrultusunun birliğini, egemenliğini ve mutabakatını temsil eden kişisel ve siyasal iradeyi seçmenin, türk kapitalizminin tarihsel ve toplumsal somut koşullarındaki zorluğudur. Dolayısıyla incelenmesi gereken, bu tarihsel ve toplumsal koşullardır.

MUSTAFA KEMAL’İN ÖNDERLİĞİ

Ulusal kurtuluş savaşı, askeri bürokrasi, Anadolu eşrafı ve tüccar zümreleri ile küçüklü büyüklü toprak sahipleri ittifakı elinde kazanıldı. Ezilen müslüman doğu halklarının, kürt yerel feodalitesinin ve dünyanın ilk işçi sınıfı devletinin desteği ve sempatisi gibi tarihte zor görülecek istisnai koşulları yan yana getiren bir müttefik çember bu zaferi kolaylaştırdı.

İki kritik gelişme, bu zaferin siyasal çerçevesini ve tarihsel çelişkilerle damgalı kaderini çizdi: Savaşın siyasal önderliğinden komünistlerin ve yoksul köylü-işçi güçlerinin tasfiye edilmesini simgeleyen Mustafa Suphi ve yoldaşlarının (15’lerin) katledilmesi ve İzmir İktisat Kongresi kararlarının çizdiği çerçeve dahilinde yeni rejimin iktisadi-siyasal tercihinin kapitalizm olarak belirlenmesi.

Büyük emperyalist güçler tarafından mevcut reel uluslararası güçler dengesi içinde Lozan antlaşmasıyla resmen tanınan askeri zaferin ilerletici rüzgarıyla Mustafa Kemal’in yeni Cumhuriyet rejiminin kurucu önderi olması kaçınılmazdı. Cumhuriyet’in ilanı, saltanatın ilgası, Osmanlı hükümdar ailesinin sürgüne zorlanması, hilafetin ilgası ve devlet ve toplumun yeniden inşasında laiklik ilkesinin benimsenmesi, dinsel eğitimi kaldıran ve çoklu eğitim yerine üniter eğitim-öğretim birliğini getiren, alfabe devrimi ve okuma yazma seferberliğini başlatan bir dizi toplumsal-siyasal-kültürel dönüşüm bu önderliğin işini kolaylaştırdı. Buna rağmen, savaşı kazanan egemen toplumsal ittifakın emperyalizmle uzlaşarak kapitalist yolu seçmesiyle ve eski Osmanlı egemen sınıf ve zümreler mutabakatının (İstanbul-İzmir-Adana komprador ve ticaret burjuvazilerinin, Çukurova ve Ege’deki büyük toprak sahiplerinin, kürt feodallerinin) zaferi kazanan safa dahil olmasıyla birlikte, yeni Cumhuriyet rejimi daha ilk adımda Osmanlı rejiminin restorasyonu eğilimiyle bütünleşmeye yöneldi. Mustafa Kemal’in ölümüne dek geçen ilk 15 yıl boyunca Cumhuriyet rejimi, kurucu önderliğin ilerici dönüşümlerle temsil edilen ancak eski Osmanlı egemenleriyle (paşalar, ittihatçılar, itilafçılar, mütareke basını, hilafet ve saltanat artıkları, kürt feodalleri) kah çatışan kah uzlaşan Kemalist dinamiği tarafından belirlendi.

İSMET İNÖNÜ’NÜN MİLLİ ŞEFLİĞİ

İsmet İnönü bu Kemalist dinamiği savaş yılları boyunca emperyalist güçlere daha fazla yanaşan, Sovyetler Birliği ile mesafesini açan ve ikili oynamakla birlikte daha çok Alman Nazi yanlısı doğrultuya yönelen bir akıma dönüştürdü. Kendisini bu yıllar içerisinde Milli Şef ilan etti. Saraçoğlu- Peker kabineleri ile askeri-faşist mihvere yakınlaşan bir siyasal rejim tesis etti. Irkçı ve Turancılarla kolkola girdi.

2. Büyük Paylaşım Savaşının seyri bir Alman zaferini mümkün ve yakın gösterdiği sürece İnönü önderliği yeni Cumhuriyetin ve savaş yıllarında devlet himayesinde semiren milli burjuvazinin-ordu bürokrasisinin-büyük toprak sahiplerinin-komprador ve ticaret burjuvazisinin-kürt feodallerinin ortak mutabakatını temsil edebildi.

2. Büyük Savaşta yanlış ata oynamaya meyletmiş ve sosyalizmin Avrupa’daki ve yakın coğrafyalardaki büyük askeri-siyasal zaferinden dehşete kapılmış türk egemen güçlerinin siyasal yönelimi, savaşın sonunda panik içinde Batı kampına iltica etmek biçimine dönüştü!

CELAL BAYAR’IN NEO-İTTİHATÇILIĞI

Yönetici siyasal zümre kendi içinde çatladı, DP ve Celal Bayar savaş sonrası koşullarına denk düşen iki partili bir rejim içinde, Cumhuriyetin kurucu önderliğinin ilk yıllarına siyaseten ve ideolojik olarak tamamen ters yönde adımlar atmaya başladı: NATO’ya girildi, ülke toprakları yabancı üslere açıldı, ordu bürokrasisi ABD-NATO denetimine sokuldu, Türk Ordusu ABD çıkarları için uzak diyarlarda savaşmaya gönderildi. Osmanlı’nın son yarım yüzyılına benzer biçimde borçlanma politikalarına dönüldü, hilafet ve saltanat artıklarına serbesti tanındı ve öğretim birliği-laiklik ilkeleri aşındırılarak dinsel eğitim modellerine dönüldü…

Eski İttihatçı Bayar’ın zirvesinde oturduğu Cumhuriyet’i kendi kuruluş çizgisine karşı düşmanca politikalara yöneltmesi, ordu alt orta kademelerinden, öğrenci gençlik ve kentli küçük burjuvaziden yükselen tepkilerin massedildiği 27 Mayıs askeri darbesiyle devrilmesine yol açtı.

EMEKLİ KOMUTANLARIN CUMHURBAŞKANLIĞI YILLARI

27 Mayıs her ne kadar toplumdan yükselen anti-emperyalist ve halkçı demokratik tepkilerin ordu tabanından ve gövdesinden güç alarak siyasal iktidarı değiştirmesine yol açsa da, ABD-NATO-türk burjuvazisi ordu ve devlet bürokrasisinin üzerindeki denetimini çalkantılı geçen 1960’lı yıllar boyunca yavaş yavaş sağladı. Bu yıllar boyunca Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk gibi emekli komutanlar, bu denetimi sağlamanın siyasal aracı oldular. Cevdet Sunay, 12 Mart faşizminin kolaylaştırıcısı olarak iş gören yetenekleri sınırlı bir siyasal kukla idi. Fahri Korutürk ise Cumhuriyetin ve toplumsal basınç altında kısıtlı demokratik açılım göstermiş siyasal rejimin ölüm fermanını tabutuna çivileme peşindeki faşist güçlerin siyasal korkuluğu vazifesini üstlenmişti.

Cumhurbaşkanlığı’na seçilen son emekli komutan, görevdeyken askeri darbe yapan, siyasal rejimi tepeden tırnağa faşist nitelikte imar eden, sonra kendini emekli edip tek aday olarak devletin zirvesine kurulup ülkenin 10 yılını kirleten, türk-islam sentezini benimsemiş Kenan Evren oldu.

SİVİL CUMHURBAŞKANLARI DÖNEMİ

12 Eylül cuntasının ekonomik serbestleştirme programının yöneticisi Turgut Özal, cunta lideri Evren’in tek aday olarak seçilmesini izleyen yıllarda Cumhurbaşkanı seçildi ve ülke ekonomisinin emperyalizm tarafından teslim alınması dönemini başlattı. Amerikancılığın 1960’lar ve 1970’ler boyunca hacıyatmaz temsilcisi Demirel 1980’ler ve 1990’lar boyunca da politik aktör olarak hizmetini sürdürdü, nihayet 1990’larda Cumhuriyet’in siyasal iktidar zirvesine o da çıktı. Demirel türk kapitalizminin mafyalaşmasına, çözülmesine, çürümesine açılan dönemi ismiyle temsil etti.

Yargı bürokrasisinden gelen Ahmet Necdet Sezer, 2000’lerin başında Cumhuriyet’in çözülme ve dağılma sürecine giden yolun açıcısı AKP-DSP-CHP-ANAP-MHP siyasetlerinin korkuluğu olarak 1970’lerdeki öncülü Fahri Korutürk’ü pek andıran bir rolü üstlendi. AKP kargaları tarladaki mısırları yemekle meşgulken Sezer kollarını açmış rüzgarda salınarak rolünü oynadı.

ABDULLAH GÜL’ÜN CUMHURBAŞKANLIĞI

Cumhuriyetin kuruluşunun 100. Yılına 15 yıl kala, Abdullah Gül’ün, bu yumuşak başlı ve akil adam maskeli “hard” şeriatçının Cumhurbaşkanlığına seçimi de aynı kavga-gürültü-gerilim ortamında tamamlandı. Abdullah Gül’ün seçimi, egemen sınıf ve zümreler arasında ülkenin nasıl yönetileceğine dair bir mutabakat eksiğini gösteriyordu. Bu mutabakat eksiği ülkenin felakete doğru sürüklenişinin “velev ki simgesi” olmuş tesettür üniformaları, devlet mallarının yağması, yolsuzluklar, etnik iç çatışmalar ve polis terörü eşliğinde gidişatını gösteriyor.

Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nı Çankaya’ya yakıştıramayan eski egemen zümre mutabakatından klasik kesim Kemalistler (1. ve 2. Cumhurbaşkanı devri özlemcileri), Gül’ün kadınla erkeği ve kendi ülkesiyle emperyalist büyük güçleri eşit saymayan anlayışını haklı olarak ama biraz gecikmiş biçimde farkediyorlar. Abdullah Gül’ün cariye edinir gibi eş edinme tarzı, eşinin 15 yaşında okulunu bıraktırıp başını örttürmesi, 30 yaşındaki egemen erkek konumundan hareketle yarı yaşındaki bir kız çocuğunu bu eş edinme biçiminin kadınları aşağılayıcı niteliği dikkatlerden kaçmıyor. Ezik-bağımlı-çocuk yaştaki kızın öğrenim hakkının çiğnenmesi ve okulunun bıraktırılması ile tesettüre sokulması arasındaki ilişki de görmezden gelinemez. Dahası, tesettürü benimserken ve okulunu bırakırken kocasının aklıyla davranan bu kadın, 15 yaşından beri devam edegelen ideolojik teslimiyetinin ve boyun eğmesinin devamı ve sonucu olarak, yine kocasının aklıyla okulundaki tesettür yasağına karşı bir emperyalist devletin mahkemesinde kendi devletini dava etmesiyle, emperyalizmin işbirlikçisi ve teslimiyetçi bir toplumsal kimliği dışavuruyor.

Abdullah Gül’ün mali suçlara, zimmete para geçirmeye eğilimli olduğunu düşündüren ve kamu malını gasp nedeniyle yargılanmasını gerektiren dosyalı bir mali suç şüphelisi olduğunu gösteren kanıtlar, bu kirlilikte ve ahlaksızlıkta bir kişiliğin Çankaya’ya yakıştırılmasının, Cumhuriyet rejiminin yaklaşan felaketinin son perdesine yakışıyor.

ÇANKAYA NEDEN BU DURUMA DÜŞTÜ?

Osmanlı zamanında devlet iktidarının zirvesi “payitaht” padişah soyuna mahsustu. Akıllısı, delisi, ilericisi, gericisi, egemen sınıfın mutabakatını temsil edeni etmeyeniyle devletin başına mülkün sahibi ve Allahın yeryüzündeki halifesi kimliğiyle Osmanlı soyundan birinin seçilmesi kuralı yürürlükteydi.

1923 Cumhuriyet devriminin en önemli kazanımı, iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirmesi, Osmanlı soyundan gelenlerden kurtarması, hilafet ve din temelli ideolojik belirlemeleri tasfiye etmesiydi. “Çankaya” payitahta ve müttefiki düvel-i muazzama’ya karşı başkaldıran Anadolu halklarının kendi kaderlerine sahip çıkma iradesinin simgesidir.

Ne var ki Çankaya’yı yeniden hırsız ve işbirlikçi köle ruhlu Osmanlı hayranlarının eline teslim eden ilk adım, Kurtuluş Savaşı’na katılan yurtsever halk güçlerinin, komünistlerin tasfiyesiyle atıldı. İzmir İktisat Kongresiyle sağlanan egemen sınıf mutabakatı, Kurtuluş Savaşı’nın karşısına aldığı bütün güçlerle yeniden uzlaşmasını ve Osmanlı’ya geri dönüşünü başlattı.

Cumhuriyeti yeniden ayağa kaldırmak isteyen yurtsever güçler, mücadeleye en başından başlamak, en başta yapılan ilk yanlışı düzeltmek, Mustafa Suphi ve yoldaşlarına karşı tarihsel özür borcunu ödetmek ve Çankaya zirvesini emekçi halka, işçi sınıfına, yoksul kürt köylülerine devrettirmek için harekete geçmelidir!

Çankaya’ya kim yakışır? Kurucu önderliğin tarihsel seçim ve burjuva yönelimlerini temsil edenlerin hiç biri! Mustafa Kemal’i tarihsel evrensel kimliğinden soyarak “Mustafa” kişisel kimliğine indirgeme çabasındaki uşak ruhlular, yeni bir “resmi tarih” yazımı peşinde koşanlar, Cumhuriyet’in kurucu önderliğiyle bütün bağlarını koparmak peşindedir, çünkü bu bağlar artık emperyalizme tam boy teslimiyetin engeli haline dönüşmüş, emperyalizm tarihsel saati 1920-1923 devriminin gerisine alma ve ülkeyi yeniden paylaşma iradesini Türkiye’nin bugünkü egemenlerine benimsetmiştir.

Bu saatten sonra Çankaya ancak alınteriyle, göz nuru ile kurtarılacak, eğer başarılabilirse, cumhuriyetin esir al bayrağı ancak sosyalist bir cumhuriyetin gönderinde dalgalanacaktır.

POLİTİK EKONOMİ İNCELEMELERİ 2

ÖZEL SİGORTA, SOSYAL GÜVENLİK İÇİN BİR ARAÇ OLABİLİR Mİ?

Kapitalist sömürü düzeni bir belirsizlikler, istikrarsızlıklar ve riskler düzenidir. Ekonomik ve sosyal krizler, ticari ve mali buhranlar, işsizlik, gelecek kaygısı, açlık, yoksulluk, hayat pahalılığı, işçilerin aşırı, ölesiye ve bedensel olarak tükenecek düzeyde çalıştırılması, eğitimsizlik, hastalıklar, ekolojik felaketler, çocukların, yaşlıların, sakatların ve kadınların sefaleti ve bakımsızlığı, kapitalizmin insanlık ve gezegen için bir risk düzeni olmasının göstergeleridir. Bu düzeni emeğiyle sırtında yaşatan ama bütün bu risklerin tahribatına ve çökertici etkisine maruz kalan işçi sınıfı ve emekçi kitleler, daha iyi bir hayat arayışında ilk ve yakın hedef olarak kapitalist bataklığın ürettiği risk ve belirsizliklerden korunmayı bu nedenle gözetir. Ekonomik bunalımların yükü, kriz ve belirsizliklerin ağırlığı ilk ve öncelikle alınteriyle hayatta kalmaya çalışan sınıfın omuzlarına yüklendiği için, bu risklerden korunmak hayat memat meselesidir. İşçi sınıfının ilk büyük ve toplu mücadelelerine, çalışma koşullarının düzeltilmesi, işsizliğe karşı korunmak, kadın ve çocuk emeğinin korunması, gelecek kaygısının azaltılması gibi talepler etrafında girişmesi buradan kaynaklanmıştır.

Sosyal güvenlik, işçiler için “hayatına sahip çıkmak” ve “gelecek güvencesi” demektir. Sosyal güvenlik hukuku başlığı altında ifade edilen kazanımlar, yani hastalık veya kaza sonucunda geçici veya kalıcı olarak işgöremezlik hallerinde geçim güvencesi, işsiz kalma durumunda geçim güvencesi, çalışma saatlerinin sınırlanması, ücretli dinlenme ve tatil hakkı, çocukların çalışma zorunluluğundan korunarak eğitimi hakkı, kadın emeğinin korunması, çocuk ve kadınların bakım ve destek hakkı, çalışan kuşakların yaşlılık dönemlerinde emeklilik hakkı, geçim ve gelir düzeyinden bağımsız olarak herkese eşit ve nitelikli eğitim ve sağlık hizmetine erişim hakkı, sağlıklı beslenme, uygar konut, eşit ve uygar ulaşım ve iletişim hakkı gibi başlıkların tamamını kapsar. Sosyal güvenlik hakları, sosyalist sistemde geniş ölçüde hayata geçebildi, kapitalist ülkelerde de işçi sınıfı hareketinin gücü ve etkinliği ölçüsünde uygulamaya ve yürürlükteki hukuka girebildi.

Son 30 yılda, sosyalizmin başlıca kalelerinde çözülmesi, kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketinin gerilemesi ve gücünü yitirmesi sonrasında, sosyal güvenlik kazanımlarının bugün ülkemiz dahil bütün kapitalist ülkelerde ağır bir saldırıyla yüzyüze olduğu biliniyor. Kazançlarını muhafaza etme ve büyütme peşindeki sermaye ve mülk sahiplerinin sosyal güvenlik haklarına yönelik azgın ve yoğun saldırısı altında, önceki yüzyıl boyunca elde edilmiş bütün kazanımlarımız bir bir geri alınmak isteniyor. Kapitalist esaretin dizginsiz sömürü koşullarına boyun eğdirilmek tehlikesiyle yüzyüzeyiz.

AKP HÜKÜMETİ NE YAPMAK İSTİYOR?

1995’te belirlenen Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı stratejisi, sosyal güvenlik sisteminde özelleştirme, yabancı sermayeye açılma ve mevcut güvencelerin tasfiyesi hedeflerini hükümetlerin önüne koydu. Plan stratejisinin öngördüğü bütçe açığına bağlı enflasyonist baskının 1998 sonundan itibaren hem ödemeler dengesinde tıkanmaya yolaçtığı, hem de Avrupa Birliği’ne yönelik siyasal sürece engel haline geldiği koşullarda, iç ve dış rantiyeye borç ve faiz ödemelerinin sürekliliğini garanti edecek yeni bir IMF “istikrar paketi” doğrultusunda baskılar arttı. Bu koşullarda, ücret ödemelerinin ve sosyal güvenlik sistemi harcamalarının kısılması ve tasfiyesi için gerekli hesaplaşmaya güçlü girebilmek amacıyla seçimler erkene alındı, IMF pusuya yattı. Siyasal krizin baskısı altında 1999 seçimleri sonrasına kadar hiç bir hükümetin atamadığı adımları, antidemokratik seçim yasasından da faydalanarak “yeterli gücü” arkasında biriktiren MHP-DSP-ANAP koalisyonu attı ve emeklilik hakkını büyük ölçüde gasbeden yasa önerisini parlamentodan geçirdi. 2001 krizi arefesinde Ecevit hükümeti döneminde eski MHP’li bakan Yaşar Okuyan tarafından başlatılan ve AKP hükümeti döneminde hız kazanan sosyal güvenlik sistemine yönelik değişikliklerin temel yönü aynıdır ve başlıca esin kaynağı emperyalizmin ortağı büyük sermaye sahiplerinin üfürdüğü yalanlardır.

2001 krizi sonrasında sosyal güvenlik sistemine saldırının devamını AKP hükümetleri getirdi. Aklı fethedilmiş, kendine güveni zayıflamış, bölünmüş ve esir alınmış olduğu bugünkü koşullarda, Türkiye işçi sınıfı, emperyalist sermayeyle kolkola yürüyen AKP hükümeti tarafından, çocuklarımızın geleceğini çalan, kursağımızdaki lokmaya bile göz diken açgözlü bir taarruza maruz bırakılıyor. Saldırı birkaç koldan birden yürütülüyor: Birincisi, memleketin temel geçim araçları, temel sanayi kuruluşları emperyalist sermaye ve ortakları tarafından özelleştirilip yağmalanıyor, tarım çökertiliyor; ikincisi, yasal mevzuatta yer aldığı kadarıyla bile sosyal güvenlik hakları gasbediliyor; üçüncüsü, yoğun bir ideolojik kampanya eşliğinde bu operasyonlar, itiraz etmeye ve direnmeye aday tek güç olan işçi sınıfının zihninde meşru kılınmak isteniyor; dördüncüsü, baskı ve şiddet kullanımıyla itiraz eden sesler bastırılmaya çalışılıyor. Bu yazıda, saldırının işçi sınıfının bilincini fethetmeye dönük üçüncü boyutunu, meşrulaştırma amaçlı söylemleri, örnekler üzerinden ele alalım ve tartışalım.

SOSYAL GÜVENLİĞİ VE SAĞLIĞI ÖZELLEŞTİRME GİRİŞİMLERİ NASIL MEŞRULAŞTIRILMAK İSTENİYOR?

Sosyal güvenlik haklarının gasbedilmesini meşrulaştırma çabalarının amacı, direnmek isteyen işçi sınıfını içerden, kendi aklı ve zihni üzerinden teslim almaktır. Patron takımının avukatı siyaset esnafının, en başta da AKP’li politikacıların savundukları sermaye çıkarlarını perdelemeyi gözeten iki yüzlü çabalarının hangi demagojik söylemleri ve argümanları kullandıklarını göstermek zorundayız.

Birinci iddia, toplumun ortalama yaşam beklentisinin uzadığı, sosyal güvenlik sisteminin parasız kaldığı, ödemelerini yapacak kaynaklarının azalıp tükenmekte olduğu, dolayısıyla devlet bütçesi kaynaklarını kullanan bir “kara delik” haline geldiğidir.

İkinci iddia, sosyal güvenlik sisteminin toplumsal bir dayanışmayı temsil eden kamusal niteliği nedeniyle verimsiz ve niteliksiz kaldığı, bireysel üretkenliği teşvik etmeyip kösteklediği, işçileri gelecekleri için bireysel bir sorumluluk üstlenmekten caydırdığı iddiasıdır.

Üçüncü iddia, devlet tarafından sunulan sağlık hizmetlerinin ve devlet tarafından sunulan sosyal güvenlik hizmetinin verimsiz ve kaynakları israf eden özellikleriyle, niteliksiz ve yetersiz kaldığı, devlet bütçesi üzerinde yük teşkil ettiği, bu hizmetler özelleştirildiği ve birbirinden ayrılarak sunulduğu takdirde, hizmeti verenle alanın birbirini denetlemesi sayesinde hizmetlerin kalitesinin yükseleceği iddiasıdır.

Son olarak, sunulan hak ve hizmetlerin, eldeki olanaklarla bağdaşmadığı, dolayısıyla sosyal hak ve hizmetlerin kısıtlanmasının ve daraltılmasının daha uygun olacağı iddiasıdır.

İFLAS VE KARA DELİK SÖYLEMLERİ

Sosyal güvenlik sistemlerinin iflas ettiği ve kamu bütçe kaynaklarını tüketen bir “kara delik” haline gelmekte olduğu söylentisi, burjuva politik iktisadının yarattığı bir efsanedir. Bu efsane emperyalist merkezler için olduğu gibi Türkiye için de geçersizdir.

Efsanenin bir boyutu, sosyal güvenliğe bakış açısına dair temel varsayımların sınıf gözlüklerine göre farklı olmasıdır. Sermaye sahipleri için sosyal güvenliğe kamu bütçesinden pay ayrılması istenmeyen bir masraf kapısı iken işçi sınıfı için bu bir sosyal zorunluluktur. Sermayedar zümresi, işçi sınıfının hastalık, kaza, işgöremezlik, emeklilik ve yasal izin gibi durumlar için sosyal olarak garanti edilmiş gelir kaynaklarına sahip olmasını istemez, çünkü bu haklara sahip bir işçi sınıfı kaderini ve geleceğini patronların ve hükümetlerin iki dudağı arasından çıkacak sözlere ve kararlara esir bırakmaktan korunur. Sosyal olarak garanti edilmiş bir gelir kaynağı, işçi sınıfına patronlar karşısında güç ve özgürlük sağlar. Boyun eğdirilmesi zorlaşır. Şu halde kamu bütçesinden desteklenen sosyal güvenlik harcamaları politik bir tercih konusudur. Sosyal güvenlik fonları, kar- zarar hesabı yapılan, ödemeler dengesi bir işletme anlayışıyla ele alınan şirketler gibi düşünülemez. Nitekim AKP hükümetinin sözcüleri, sosyal güvenlik sisteminin ödemeler dengesindeki “açığı” sorgularken yüksek sesle ve cahil cesaretiyle konuşmakta, sıra hükümet bütçesinin ve Türkiye ekonomisinin ödemeler dengesi açığı konusuna geldiğinde ise hepsi karnından konuşmaktadır. Bu yaklaşım farkları, AKP’li siyaset esnafının hangi sınıfın gözlüğünü taktığını göstermeye yeter.

Sosyal güvenlik sistemi “açık” verse bile, bu “açık” hükümet bütçesinin ve Türkiye ekonomisinin faiz ödemelerinden, borçlanma açığından, ithalata ve yabancı sermaye girişlerine bağımlı üretim yapısından kaynaklanan özel sektör kaynaklı cari açıklarından, şişkin askeri bütçesinden ve sermayeye kaynak aktarmayı gözeten devlet harcamalarından daha büyük değildir. Sosyal güvenlik kurumlarına yapılan bütçe transferleri, bütçenin yarasına merhem olamayacak kadar ufaktır. Faiz ödemelerine hiç bir kısıtlama planlamayan hükümetlerin SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’ndan bütçe katkısını esirgemeyi tartışması haksızdır. Bütçe açığının ve dolayısıyla enflasyonun kaynağında en büyük payın emperyalist rantiyeye yapılan faiz ödemelerine ait olduğu ortadadır; son yıllarda faiz ödemeleri kaleminin bütçe içindeki payı sosyal güvenlik kurumlarına yapılan transferlerin 5 ila 10 katını bulmaktadır. IMF ve hükümetler emeklinin hakkını faiz çıkarlarına kurban etme politikasının muhafızlığını yapmaktadır. Kaldı ki Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin mevcut haliyle devam ettirilmesi için yapılan bütçe kaynaklı transferler, bellibaşlı kapitalist ülkeler ortalamasının çok altındadır. Yapılan hesaplamalara göre, brüt ulusal yıllık gelirin yüzde birkaçı mertebesinde artırılacak bir destek, sistemi sürdürmek için yeterlidir.

Sosyal güvenlik sistemi içinde yeralan fonların zarar ettiğine dair söylemin es geçtiği bir başka boyut, bu fonların geçmişte yıllar boyunca patronlar ve devlet için ucuz kredi ve sermaye kaynağı olarak yağmalanmış olmasıdır. Bunun son örneği İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken tutarın GAP projesinin finansmanı için kullanılmasına yönelik AKP hükümeti kararıdır. Sermaye temsilcilerinin son günlerde derinleşen kriz ortamında fonda biriken paraların ucuz kredi kaynağı olarak kullandırılması talebi de aynı yönde bir örnektir. Sosyal güvenlik sisteminin “açığı” olarak gösterilen ödemeler dengesi “probleminin” istihdam yaratamayan, kayıtlı sigortalı işçi çalıştırılmasına yanaşmayan, sigorta primlerini ödemekten kaçınan patronların ve Sosyal Güvenlik Kurumlarının sırtına yasal yükümlülükleri olmayan ödemeleri yükleyen hükümet politikalarının rolü de unutulmamalıdır. Nihayet sosyal güvenlik fonlarının kimisi “açık” verirken kimisi de fazla vermektedir, fonların birbirinden ayrı tutulmasını gözeten hükümet politikaları yerine, “fazla” veren fonların “açık” veren fonları desteklemesi amacıyla sosyal güvenlik sisteminin bir bütün olarak ele alınması gerekir; oysa hükümet politikaları fonları birbirinden yalıtarak ele almakta, sağlık, emeklilik ve işsizlik gibi fonların ortak bir sosyal güvenlik hedefine yönelik birleşik işleyişini engellemektedir.

Sosyal güvenliğin düşmanları, “kriz” söylemini esas olarak panik yaratmak ve sosyal güvenliği özelleştirilmesini meşru göstermek için kullanıyor. Oysa sosyal güvenliğin sağlanması, ulusun emekçi çoğunluğunu ilgilendiren bir meseledir. Gerekçesi sosyal fonların prim kesintilerinden sağlanan gelirleriyle yükümlülükleri arasındaki ödemeler dengesinin sağlanması değil, sosyal adaletin sağlanmasıdır. Politik tercih sosyal adalet ilkesini gözetme yönünde yapıldığı takdirde, hükümet bütçesi veya özel sektör açıkları için söz konusu edilmeyen kendine yeterlilik koşulu, sosyal güvenlik sisteminden beklenemez. Ücret bordroları üzerinden yapılan prim kesintileri eğer sosyal güvenlik ödemelerini karşılamakta yetersiz kalıyorsa, bu durum, ulusu temsil iddiasındaki bir hükümeti, ulusun alınteriyle yaşayan çoğunluğunun sağlık ve emeklilik gibi haklarına ilişkin sorumluluklarından azade kılamaz. Bunu yapmaya yeltenecek bir hükümet ise ulusal iradeyi temsil iddiasını koruyamaz.

ÖZEL SİGORTALAR SOSYAL GÜVENLİK İÇİN BİR ARAÇ OLABİLİR Mİ?

AKP hükümetinin, sunulan hak ve hizmetlerin eldeki olanaklarla bağdaşmadığı, dolayısıyla kısıtlanmasının daha uygun olacağı iddiasından hareketle, mevcut sosyal güvenlik sisteminin yükümlülüklerini sigortalılar tarafından yararlanılamaz yönde değiştirdiği biliniyor. Bu değişikliklerin gerekçeleri, sosyal güvenlik sisteminin toplumsal bir dayanışmayı temsil eden kamusal niteliği nedeniyle verimsiz ve niteliksiz kaldığı, bireysel üretkenliği teşvik etmeyip kösteklediği, işçileri gelecekleri için bireysel bir sorumluluk üstlenmekten caydırdığı ve devlet tarafından sunulan sağlık hizmetlerinin ve devlet tarafından sunulan sosyal güvenlik hizmetinin verimsiz ve kaynakları israf eden özellikleriyle, niteliksiz ve yetersiz kaldığı, devlet bütçesi üzerinde yük teşkil ettiği, bu hizmetler özelleştirildiği ve birbirinden ayrılarak sunulduğu takdirde, hizmeti verenle alanın birbirini denetlemesi sayesinde hizmetlerin kalitesinin yükseleceği iddialarına dayandırılıyor.

Kullanılamaz hale gelen ve kamusal niteliğinin içi boşaltılan sosyal güvenlik sisteminin yerine önerilen çözümler, özel emeklilik, özel hastanecilik, özel sağlık sigortalarıdır. Sermayenin vazettiği, AKP’nin istekle parlatıp pazarlamaya çalıştığı bu sözde çözümler, işlemez duruma getirilen ve yetersiz bırakılan kamusal çözümlerden işçileri uzaklaştırmayı amaçlıyor. Azalan ve erişilmesi zorlaşan emeklilik maaşları, çökertilen ve işlemez hale getirilen devlet ve SSK hastaneleri karşısında genel ve özel sağlık sigortası, bireysel emeklilik sigortası, sosyal güvenlik için bir araç olabilir mi?

Özel sigortacılık, bir tür gelecek için kişisel tasarruf yöntemidir. Sosyal güvenliğin gelişimi bakımından tarihsel olarak çağını doldurmuş ve geride kalmış bir modeldir. Günümüz kapitalizminde çalışan yığınların, emeklilik, hastalık, kaza, ölüm, maluliyet, analık gibi temel risklerini sadece özel sigortacılık ile güvence altına alan tek bir ülke mevcut değildir. Özel emeklilik sadece üst düzeyde geliri olup buna uygun düzeyde tasarruf edebilenler için geçici olarak ve bazen anlamlı olabilir, düşük maaşlı işçiler için ise gelecekteki işgüçlerinin bugünden sömürülmesinden başka bir şey değildir. Özel emeklilik sigorta şirketleri ve fonlarının yöneticileri, bu birikimler üzerinden birikim sahibinden daha fazla kazanmaktadır.

Bireysel emeklilik denilen sistemin özelliği, ücret bordroları üzerinden yapılan prim kesintilerinin bireysel hesaplarda toplanmasıdır. Daha önceden olduğu gibi sosyal bir fonda toplanarak ihtiyacı olanlara dağıtılması yerine bu sistemde her bireyin kendi fonu bağımsız olarak işletilir. Yani bireysel emeklilik sistemi aslında bir sosyal güvenlik sistemi değil, her koyunun kendi bacağından asıldığı bir bireysel tasarruf sistemidir. Bireysel sistemde, işçilerin çalışma yılları boyunca yaptığı tasarrufların emeklilik yıllarında gelir kaynağı olması ilkesi gözetilir. Bireysel hesapta biriken fonlar borsa ve piyasada değerlendirilerek, sosyal fonlardan daha yüksek bir emeklilik maaşı getirisi temin edeceği varsayılır. Daha çok tasarruf yapabilenlerin, daha çok prim kesintisiyle daha yüksek emeklilik maaşı elde edebileceği varsayılır. Ancak gerçekler, anlatılanların yakınından bile geçmez.

Bireysel emeklilik sigortası her şeyden önce pahalı bir sistemdir. Fonların yönetimi, işletilmesi kamu sistemlerinden en az 10 kat daha pahalıya malolur. Sigorta şirketlerinin üst yönetimleri, pazarlama ve yönetim bölümleri, borsa ve piyasa aktörleri bu fonlar üzerinden büyük paralar kazanacaktır. Bu pahalı sisteme prim ödeyebilecek düzeyde ücret alan işçiler, ABD’de bile tüm işçilerin %10’u kadardır. Yani düşük ücretli işçilerin bu sisteme prim ödemeleri ve dahil olmaları güçtür, düşük primle dahil olmaları ise emekli maaşında yükselme beklentilerini düşürür. Kaldı ki, kapitalist ekonominin iniş çıkışlı işleyişi içerisinde işçilerin düzenli ve istikrarlı bir gelire uzun yıllar sahip olmaları zayıf bir olasılıktır, aradaki kesinti ve işsizlik dönemleri prim ödemelerini aksatacak, emeklilik geliri kayıplarına yol açacaktır. Herşey yolunda gitse bile, kapitalist ekonominin sık görülen kriz dönemlerinde bireysel emeklilik fonları zarar edebilecektir. Hatta bazen emekli maaşları için ayrılan fonları piyasada spekülasyon için kullanan sigorta şirketlerinin iflas etmesi yüzünden bireysel emeklilik fonlarının battığı da bilinmektedir. Bu riskleri bir yana, bireysel emeklilik sistemleri, kamu sigorta sistemlerinden farklı olarak çalışanların eş ve çocuklarına, bakmakla yükümlü oldukları aile üyelerine ödeme yapmaz, sigortalılara emekli maaşı ödemelerinde sosyal adalet ilkesine uygun bir eşitlik anlayışıyla hareket etmez. Bireysel emeklilik sigortaları, sosyal sigortalarda mevcut emeklilik sistemlerinin yetersiz fonlanması problemine çözüm olamaz. Sosyal emeklilik programlarına devlet bütçesinden yeterli bir kaynak ayrılması, sosyal adaleti gözeten bir politik tercihe dayanacak tek çözüm yoludur.

Sosyal güvenlik sisteminin sağlık ve hastalık sigortaları kanadındaki gerçekler, emeklilik bacağından farklı değildir. AKP hükümetinin çökerttiği kamu sağlık hizmetleri yerine özel sağlık kuruluşlarını geçirmek, düşük ücretli yoksulları yetersiz ve asgari düzeyde sağlık güvenceleri veren genel sağlık sigortasına bağlamak, daha yüksek ücretlilere ise cepten veya özel sağlık sigortası önermek esaslarına dayanan politikası, çıkmaz bir sokaktır. Bir defa sistem tıpkı özel emeklilik sigortası gibi ve benzer nedenlerle pahalıdır. Sağlık sigortasında özel poliçeleri satın almaya yönelme oranı, ABD’de bile işçilerin ufak bir azınlığının tercihi olmuştur. Türkiye’de özel sağlık sigortalarının büyük bir taban oluşturma şansı yoktur. Kaldı ki AKP’nin önerdiği GSS (Genel Sağlık Sigortası) modeli olsun, Özel Sağlık Sigortaları olsun gerçek anlamda bir sağlık güvencesi sistemi oluşturmaktan fersah fersah uzaktadır. GSS modeli, sunduğu teminat kapsamı bakımından son derece kısıtlı, ilerde daha da kısıtlanmaya açık, güvencelerinde önemli boşluklar olan bir modeldir, gerçek bir sosyal sigorta sistemi bile sayılamaz. Parası olanın cepten yapacağı ödemelerle sağlık hizmetine erişebileceği, parası olamayanın ise sağlık hizmetinden yoksun kalacağı bu sistemin işlemesi de çok pahalıya malolacaktır, çünkü sağlık hizmetleri de özelleştirilmiştir. Özel ilaç tekelleriyle birlikte özel hastane tekelleri kısa bir süre içinde GSS sisteminde ücret bordrolarından yapılan prim kesintileriyle biriken fonların yağmalanmasına ve prim kesintilerinin 10 katı yükseltilmesine yol açacak, işlerin iyi gittiği dönemde işçilerine grup özel sağlık sigortası yapan firmalar bundan vazgçecek, teminat kapsamını daraltmayı seçecektir.

GSS sisteminin bugünden açıkça görünür olan iflasını önlemek için hükümet ve sağlık patronları, sistem içinde çalışmaya çekilen sağlık emekçilerinin ücretlerini kısmaya dönük bir politika izleyecektir. En yoksullara yönelik ikinci sınıf yetersiz hizmet vermek üzere çalıştırılacak devlet hastaneleri de sağlık işkolunda çalışanların ücretlerini baskı altında tutmaya ve en yoksullara görünüşte bir sağlık hizmeti veriliyor izlenimi yaratmaya dönük çalışacaktır.

Özel sağlık sigortasının, patronlara işçiler üzerinde vesayet kurma olanağı tanıdığı, işçiler için bir sosyal hak olarak görülmediği, tersine işçileri denetlemenin bir aracı olduğu bilinmektedir. Özel sağlık sigortaları, sosyal güvence arayışının özel şirketler tarafından ticari istismar aracı olarak piyasa malı haline getirilmesidir, GSS ise yokolan sosyal sağlık güvencesinin üzerine örtülen bir şaldır. Ne GSS ne de özel sağlık sigortaları, kamusal güvencelere dayanan ve devlet tarafından sunulan sağlık sistemlerinden farklı olarak, sosyal adalet ilkesine uygun bir eşitlik anlayışıyla hareket edebilir. GSS ve özel sağlık sigortaları, mevcut sistemlerinin ödemeler açığı problemine çözüm olamaz. Özel hastanecilik ise devlet tarafından sunulacak ulusal düzeyde bütünleşmiş bir sağlık hizmetinin yerini alamaz. Sağlık hizmetlerinin ve ilaç endüstrisinin ülke çapında devletleştirilmesi ve herkese eşit, nitelikli, erişilebilir bir sağlık hizmetinin sosyal olarak garanti edilmesi, sağlık hizmetlerine devlet bütçesinden yeterli bir kaynak ayrılması, sosyal adaleti gözeten bir politik tercihe dayanacak tek çözüm yoludur.

22 Şubat 2009 Pazar

POLİTİK EKONOMİ İNCELEMELERİ 1

PROFESÖRLERİMİZ MARKSİZMİ NASIL ÖĞRETİYOR? (BÖLÜM 1)

Stalin Arşivi

"140. Yılında Kapital'in Güncelliği Sempozyumu"nun Düşündürdükleri (1. bölüm)

Giriş

"140. Yılında Kapital'in Güncelliği Sempozyumu" 24-25 Kasım 2007 tarihleri arasında İstanbul'da gerçekleşmişti. Akademisyenler, sendika uzmanları, sendikacılar ve bazı “parti” temsilcilerinin söz aldığı toplantının örgütlenmesinde ve sunumlarda akademisyenler ağırlıklı rol üstlenmişti.

Konuşmacılar benzer toplantılarda görmeye alıştığımız her zamanki isimlerdi. Asıl dikkat çekici nokta ise, söz alan isimlerden çok oturum başlıklarının "mesleki" diyebileceğimiz bölünmesiydi.

Örneğin, “Kapital, işçi sınıfı ve sendikalar” başlıklı 1. günün 2. oturumu, sendikal hareket hakkında yazan Prof. Tülin Öngen ve sendika uzmanı Gaye Yılmaz tarafından gerçekleştirilirken; “Kapital ve Türkiye’de İşçi Hareketi” başlıklı bölüm ağırlıklı olarak profesyonel sendikacılar tarafından gerçekleştirildi. Görünüşte anlamsız olan böyle bir bölümleme oturumların içeriğine bakınca anlam kazandı. İşçi sınıfının “değişen yapısı” ve günümüzde sömürü üzerine yer yer Kapital’e göndermelerde bulunarak görüş belirtmek “uzman-araştırmacı-ekonomist”lere bırakılmıştı, sendikacılara ise sempozyumun konusu olan Kapital’e hiç değinmeden –alışılmış olduğu üzere- kendi sendikal çalışmalarından bazı anekdotları anlatmak düştü. İkinci günün “Kapital ve Türkiye Solu” başlıklı son oturumunda ise siyasal örgüt ve “parti” temsilcileri söz aldı. Gerçekten de söz konusu siyasal grup ve “parti” temsilcileri, “işçi sınıfı” veya “işçi hareketi” adına konuşmak durumunda olmadıklarını, yalnızca oturum başlıklarının bu dar-mesleksel dağılımında kendilerine verilen yeri (“… ve Türkiye Solu”) benimsemeleriyle değil, konuşmalarının içerikleriyle de açıkça kabul etmiş göründüler. Bunlar kendilerini yalnızca “gelenek”lerinin Kapital’i “bir zamanlar” ne kadar okuduğu veya okumadığı hakkında yarı-nostaljik, yarı-günah çıkartan belirlemelerle sınırlamayı tercih ettiler.

Sempozyumdaki oturumlardan sert bir eleştiriye tabi tutulması gerektiğini düşündüğümüz sunumlarla ilgili eleştirilerimizi, bu sempozyumun devamı niteliğinde düzenlendiği belirtilen "160. Yılında Manifesto'nun Güncelliği Sempozyumu"yla ilgili eleştirimizle birlikte bölümler halinde yayınlayacağız. Toplumumuzda eleştiri her ne kadar pek sevilmese de, "Marksizm’in güncelliği”ni ortaya koymak gibi önemli bir iddiayla düzenlenen bu tür toplantıların daha nitelikli hale gelmesi için eleştiri görevinin bilimsel komünistler tarafından yerine getirilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Aşağıda, Stalin Arşivi Kolektifi'nin sempozyumun birinci oturumu olan Sungur Savran'ın "Kapital'in Mimarisi" başlıklı sunumuyla ilgili eleştirel notlarını sunuyoruz. Diğer sunumlarla ilgili eleştirilerimizi SORUN Polemik Dergisi’ninönümüzdeki sayılarında yayınlayacağız. Bize bu notlarımızı yayınlama imkânı sunduğu için Sorun Yayınları Kolektifi'ne teşekkür ederiz. Ayrıca tümünün yayınlanması tamamlandığında bu notları, "Profesörlerimiz Marksizm’i Nasıl Öğretiyor?"[1] başlığı altında bir broşür halinde bir araya getirmeyi planlıyoruz.

Sungur Savran Kapital'in "Mimarisi"ni Nasıl Çizdi?

Sempozyumun açılış konuşmasını Troçkist esintili "hoca"larımızdan (iktisatçı) Nail Satlıgan yaptı ve kendi sözleriyle, Kapital’in "tartışmasız" yönlerinden bahsetti. Böylece, daha baştan, Marx'ın eserinin “tartışmalı” ve “tartışmasız” önermeleri, cümleleri olduğunu öğrendik. Bu ifade, “tartışmalı” denen bu yönlerin hangi sınıfların bakış açısından “tartışmalı” olduğunu, proletaryanın davası için yaşamsal öneme sahip, bu nedenle burjuva ideologlarının sürekli saldırısına uğrayan en temel yasaların, burjuvazinin de en azından biçimsel olarak kabul edebileceği bazı basit doğrulardan nasıl ayrıldığının ortaya konulmasını sağlasaydı, bu elbette olumlu bir başlangıç olurdu. Örneğin, Kapital’de işçi sınıfından, sermayeden, metadan bahsedildiği, proletarya açısından olduğu kadar burjuvazi açısından da tartışılmazdır. Bunların varlığını, hatta sınıflar arasındaki mücadeleyi burjuva bilim adamları da kabul edebilirler. Ama kapitalizmin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, bütün burjuva düşünürleri için -en hafif deyimle- oldukça “tartışmalı”dır. Gerçekten Marksist olduğunu iddia eden birisiyse, Marx’ın şu sözlerini asla aklından çıkaramaz:
“Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.” (Marx’tan Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852, Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, s. 75).

İşte, proletaryanın bilimsel bakış açısından tamamen tartışmasız olan bu görüşlerden, tüm sempozyum (iki gün) boyunca tek bir konuşmacı bile söz etmemeyi başardı. Kapital’in öneminin anlatıldığı bir toplantıda, Marx’ın yukarıda söylediklerinin Kapital'de nasıl uygulandığı, Marx’ın kanıtladım dediklerini, Kapital’de nasıl kanıtladığı anlatılmalıydı. Oysa en eften püften akademik tartışmalarla izleyicilerin bol bol vaktini çalmaktan ve gözünü boyamaya çalışmaktan hiç kaçınılmadı. Böylece Kapital burjuvazinin kabul ettiği son derece dar sınırlar içerisinde tartışılmış oldu.

Nail Satlıgan’ın açılış konuşmasından sonra, sempozyumun birinci oturumunun ilk konuşması olarak, bizim de yazımızın bu birinci bölümde asıl üzerinde durmak istediğimiz, diğer bir Troçkist esintili "hocamız" (iktisatçı) Sungur Savran'ın "Kapital'in Mimarisi" sunumu yer aldı.

Savran'ın sunumu Kapital’in "mimari" yapısının, birbirinin üzerinde yükselen "dört düzey"den oluştuğu fikri üzerinde şekillenmişti. Savran'ın “mimari” açıklamasına göre, Kapital, “1. Genel olarak üretimi”, “2. Genel olarak mübadeleyi”, “3. Genel olarak sermayeyi”, “4. Çeşitli sermaye sahipleri arasındaki ilişkileri” kapsayan "dört soyutlama düzeyi"nden oluşmuştur. Birinci maddede şu söylenmek istenir: İnsanlar üretim yaparlar. İkinci düzeyde “meta nedir?” sorusuna yanıt aranır, üçüncü düzeyde artı-değerin kaynağı açıklanır, dördüncü ve son düzeyde ise artı-değerin bölüşümünün nasıl gerçekleştiği anlatılır. İşte, ağdalı sözlerden ve profesörler arasında fırtınalar koparan her türlü tartışma hakkında bilgi sahibi olduğunu gösteren gönderme ve imalardan arındırıldığında, Sungur Savran'ın konuşması, Kapital’in bu dört konuyu ele alan bir eser olduğunun söylenmesine indirgenebilir. Gerçekten de, Nail Satlıgan’ın da dediği gibi: “tartışmasız”! Ama, Marx’ın yapıtı bundan ibaret değildir. Adam Smith'ten Ricardo'ya klasik ekonomi politikçilerin eserlerinin yapısına şöyle bir göz gezdiren herkesin fark edeceği gibi, Sungur Savran, yalnız Marx’ın burjuva ekonomi politikçileri ile ortak olarak ele aldığı konuları özetlemektedir.

Marx, yukarda değindiğimiz Weydemeyer'e aynı mektubunda şunu da yazar:

“ ...Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır.” (aynı yerde, s. 75)

Savran’ın "Kapital'in Mimarisi" olarak anlattığı şeyler burjuva iktisatçıları tarafından da kabul edilmek durumunda olan Kapital'in biçimsel bir bölümlenmesinden ibarettir. Burjuva iktisatçıları ile Marx arasındaki temel fark şudur: Burjuva iktisatçıları kapitalizmi ezeli ve ebedi bir tarihsel sistem olarak alır. Marx ise kapitalizmin belirli tarihsel koşullar altında geliştiğini, aynı zamanda kaçınılmaz bir sonu olduğunu ispatlar. Konuşmacımız, "Kapital'in Mimarisi" başlığı altında, buna uygun olarak, Kapital'de neyin kanıtlandığını, bu kanıtlamanın mantıksal gelişimiyle sunuş düzeni arasındaki ilişkinin neden ibaret olduğunu ortaya koysaydı izleyicilerin kafasında belli bir fikir oluşturmaya yardımcı olabilirdi. Ne var ki, bunun yerine Savran, biçimle içeriği "Kapital'in dört boyutu" formülü içinde birbirine karıştırarak gerçekte Kapital'i –aşağıda göreceğimiz gibi aslında içeriğinden boşaltan- yeni bir biçimci yoruma tabi tutmuş oldu. Böylece bütün sunumu boyunca bu yüzeysel "dört boyut" içinde, gerçekte hiçbir şey anlatmadan debelenip durmak zorunda kaldı. Bu kadar basit, tek bir cümlede özetlenebilecek, gerçek bir içerikten yoksun bir şeyi nasıl bütün bir sunuma (yaklaşık 40 dakika) yayabildiğini açıklayabilmek için Savran'ın konuşmasından ne kadar soyut bir üslup içinde geçtiğini gösteren küçük bir örnek verebiliriz[2] ve bu en anlaşılmaz yeri de değil:

"... şimdi artık mimarinin temeline gelebiliriz. Mimaride arkadaşlar, en önemli şey şudur, cümle şudur: "Eğer" diyor Marx, eskilerin deyimini kullanacak olursak, "eşyanın özü ve görünümü birbiriyle örtüşseydi o zaman bütün bilim gereksiz olurdu". O zaman, baktığımız zaman zaten görürdük. Dolayısıyla yüzeyde görünenin arkasına geçip özsel ilişkileri kavramak gerekiyor, diyor. Görünüş ve biçimlerin gerisine gidilecek ve özsel ilişkiler kavranacak. Bunu yapmanın yöntemi de her bir aşamada en soyut yani yalıtılmış kavramı ve kategoriyi alıp onu bütün içeriğiyle ve çelişkileriyle tahlil etmek, oradan türetilen sonuçlardan bir sonraki soyutlama, daha somut düzeyde olan soyutlama aşamasına yükselmek. Bunları aslında iç içe geçmiş daireler olarak, biraz sonra sözünü edeceğim dört soyutlama düzeyini, iç içe geçmiş daireler olarak düşünebilirsiniz. En soyutu en genişidir. Onun içinde bir daha somutu vardır. Onun içinde bir daha somutu ve sonra devam. Aslında 3. ve 4. daire özdeştir, birazdan göreceğiz. Şimdi, soyuttan somuta hareketi, işte Kapital tam olarak kendisinde cisimleştirir. O anlamda bütün yöntemini Marx'ın, eylem içerisinde gösterilir demin söylediğim gibi..."

... Ve bütün sunum esas itibariyle bu tarzda devam ediyor. Gerçekten de, bütün bu "soyutlama düzeyleri"nden ve "iç içe geçmiş daireler"den izleyicinin kafasında nasıl bir tablo kaldığını, daha doğrusu herhangi bir şey kalıp kalmadığını sormamız gerekir.

Bu son derece soyut laf salatası içinde Bay Savran, yer yer en temel kavramların Marksist kavranışında yaptığı kaba hatalarla, sunumunun yarattığı karmaşayı daha da boyutlandırmaktan geri durmadı.[3]

"... Kapital sınıf mücadelesinin temellerini ortaya koyar. Arkadaşlar, bir tek üretim sürecinin analizine bakmak yeterlidir. Üretim sürecinin analizine gerek emek süreci olarak gerek artı-değer üretim süreci olarak baktığımız zaman şunu görürüz: Baştan aşağı, baştan aşağıya her bir ediminde işçinin veya kapitalistin sınıf mücadelesi var. Eğer sınıf mücadelesinin durgun olduğu dönemlerden söz ediyorsak, bu, ideolojik, politik, kültürel ve başka alanlarda mücadelenin gerilediği anlamına gelir. Ama üretim alanında sınıf mücadelesi her an devam etmektedir." (Sungur Savran'ın konuşmasından, metin boyunca tüm altı çizili vurgular bize ait – S. A.)

Doğrusu, “ideolojik, politik, kültürel ve başka alanlarda gerilerken üretim alanında devam eden sınıf mücadelesi"ne ilişkin bu sözler bilimsel komünizm açısından hiçbir şey ifade etmez. Olsa olsa, böylesine “harika” bir formülü ortaya atanın ekonomi ile politika arasındaki ilişkinin en temel Marksist açıklamasını anlamaktan ne kadar uzakta olduğunu gösterir. Böylece sınıf mücadelesi kavramı çarpıtılmaktadır. İşçi mücadeleleri siyasal bir nitelik kazanmadan sınıf mücadelesi düzeyine gelemez.
"... Zaman zaman işçiler galip gelirler, ama ancak bir süre için. Savaşlarının gerçek meyveleri o andaki sonuçlarda değil, işçilerin durmadan genişleyen birliğinde yatar. Modern sanayi tarafından yaratılan gelişkin haberleşme araçları bu birliğe yardımcı olur ve bu, ayrı ayrı yerlerdeki işçileri birbirleriyle ilişki içine sokar. Hepsi de aynı nitelikteki sayısız yerel savaşımları, sınıflar arasındaki tek bir ulusal savaşım halinde merkezileştirmek için gerekli olan da işte bu ilişkidir. Ama her sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır.

... Proleterlerin bir sınıf olarak ve, bunun sonucu, bir siyasal parti olarak bu örgütlenmeleri, gene işçilerin kendi aralarındaki rekabet yüzünden sürekli bozulur. Ama daha güçlü, daha sağlam, daha kuvvetli olarak durmadan yeniden doğar. Burjuvazinin kendi arasındaki bölünmelerden yararlanarak, işçilerin özel çıkarlarının yasal olarak tanınmasını zorlar. İngiltere'deki on-saat tasarısı böyle yasalaşmıştır." (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu)

Lenin, Marx'ın bu temel düşüncesinin nasıl çarpıtıldığı üzerinde durur ve sınıf savaşımın Marksist ve liberal kavranışları arasındaki farkın da bu çarpıtmada yattığını gösterir:

"Sınıf mücadelesi sorunu Marksizm’in özsel sorunlarından biridir...Her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir. Liberalizm fikirlerinin boyunduruğu altına girmiş bulunan oportünistlerin, Marx'ın bu derin düşüncesini yanlış anladıkları ve onu tersinden yorumlamaya çabaladıkları bilinir. Oportünistler arasında örneğin "ekonomistler", tasfiyecilerin o ağabeyleri de bulunuyorlardı. "Ekonomistler", sınıflar arasındaki her çatışmanın daha o sırada siyasal bir mücadele oluşturduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle "ekonomistler", %5'lik bir ücret artışı elde etme savaşımını "sınıf mücadelesi" olarak kabul ediyor, ama siyasal amaçlar için, tüm ulus ölçüsünde, daha yüksek, daha gelişmiş sınıf mücadelesini kabul etmiyorlardı. Bir başka deyişle, "ekonomistler", liberallerden daha ileri gitmeyi kabul etmeyerek, liberallerin kabul edebileceklerinden daha yüksek sınıf mücadelesini kabul etmeyerek, sınıf mücadelesinde yalnızca liberal burjuvazi açısından en hoş görülebilir olan şeyi kabul ediyorlardı. "Ekonomistler" böylece liberal işçi siyasetleri durumuna dönüşüyor ve sınıf mücadelesinin marksist ve devrimci anlayışından vazgeçiyorlardı." (Lenin, "Sınıf Savaşımının Liberal ve Marksist Anlayışı", Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü kitabı içinde, Sol Yayınları, s. 49-50). Şunu da özellikle vurgulamamız gerekir ki, burada "siyasal"dan kastedilen "devlet iktidarını hedeflemek"ten daha aşağı bir şey değildir.[4]

Gerçi Savran'ın henüz siyasal mücadelenin gereksizliğini ya da imkânsızlığını ilan ettiğini söyleyemeyiz. Ancak onun "politik mücadelenin gerilediği durumda devam eden üretim alanındaki sınıf mücadelesi" şeklindeki son derece anti-marksist formülasyonu bir şeye temel olacaksa, bunun sınıf mücadelesinin liberal (ya da oportünist) kavranışından başka bir şey olması da söz konusu değildir. Üstelik Savran, bu buluşunu, işçilerin henüz sınıf savaşımı olarak nitelenemeyecek olan ekonomik mücadelelerinin kaçınılmaz bir biçimde yasalarda değişiklikler için mücadeleye gelişmek zorunda olduğunu (proletaryanın işgününün sınırlandırılması için verdiği mücadelenin yasaları hedefleyen bir mücadeleye dönüşmesi gerektiğini kanıtladığı yerlerde), ve bu noktada da kalmayıp devlet iktidarı yolunda mücadeleye dönüşmesinin kaçınılmazlığını gösteren (yani Savran'ın düşüncesinin tam tersini kanıtlayan) Kapital'e mal etmeye kalkmakla bu kitabın neden söz ettiğini ne kadar anladığını bir kez daha göstermiş olur.

Kişi, sadece Kapital'in başlıca yazılış amaçlarından birinin, "politik kayıtsızlığı" vaaz eden küçük burjuva sosyalizmleriyle hesaplaşmak olduğunu göz önünde tutmakla böyle bir hatadan kolayca kaçınabilirdi. Ancak profesörce bakış açısından böyle bir saçmalığın Kapital'in meziyeti ve derin anlamı şeklinde algılanmasına şaşırmamak gerekir. Bu "küçük" hata üzerinde boşuna bu kadar ayrıntıyla durmuyoruz. Gerçekten de politik mücadelenin (herhangi bir politik mücadelenin de değil proletaryanın devlet iktidarına yönelen politik mücadelesinin, yani gerçek anlamda politik olan tek mücadelenin) gerilediği bir dönemde sınıf mücadelesinin ortadan kalkmadığını ve devam ettiğini söylemekte tek başına pek bir hata yoktur. Sınıf mücadelesi böyle bir durumda vardır, olsa olsa yalnızca "embriyon düzeyinde" yani "liberal burjuvazinin ve onun uzantısı olan oportünizmin tamamen kabul edebileceği" bir düzeyde vardır. Ancak bir kere politik mücadele ve "üretim alanındaki sınıf mücadelesi" (ne demekse?) birbirlerinin karşına konur ve bu bir teori düzeyine yükseltilirse (bunun Marx'ın Kapital'ine mal edilmesini bir yana bıraksak bile) bu açıkça Marksizm’in ABC'sini unutmaktan başka bir yere çıkmaz, politika ve ekonominin (ya da "üretim"in) bu şekilde karşı karşıya konulması Marksizm’e temelden yabancı bir tutumdur:
"... Böyle temel, işin ABC'si olan bir sorunu yeniden ortaya atmak zorunda kalmak tuhaf. Ne yazık ki Troçki ve Buharin buna zorluyor. İkisi de beni sorunu "değiştirmek", ya da onlar soruna "iktisaden" yaklaşırken beni "siyasi" yaklaşmakla suçluyorlar. Hatta Buharin bunları tezlerine aldı ve adeta ben her ikisini de birleştiriyorum dercesine, kendini, tartışan iki tarafın üstüne "çıkarmaya" çalıştı.

Bu korkunç bir teorik yanlıştır. Politika ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir, diye tekrar etmiştim konuşmamda, çünkü daha önce de, son derece saçma, bir Marksistin ağzına yakışmayan, sorunlara "siyasi" yaklaştığım suçlamasını duymuştum. Politika zorunlu olarak ekonomi üzerinde önceliğe sahip olmalıdır. Olayları başka türlü değerlendirmek, Marksizm’in ABC'sini unutmak demektir.

Politik değerlendirmem mi yanlış? Öyleyse bunu söyleyin ve kanıtlayın. Fakat politik yaklaşımla "ekonomik" yaklaşımın eşdeğer olduğunu, "birinin ya da ötekinin" alınabileceğini söylemek (ya da dolaylı olarak bunu düşünmek bile) Marksizm’in ABC'sini unutmak demektir. (Lenin, Bir Kez Daha Sendikalar, Mevcut Durum, Troçki ve Buharin Yoldaşların Hataları Üzerine, Seçme Eserler, Cilt 9, s. 79)

Tanınmış bir Troçkist olarak Savran'ın, Troçki'ye verilmiş olan bu ağır dersi unutmaması ve Kapital'in güncelliği adı altında Troçki'nin çocukça hatasını en azından bu konuda güncelleştirmemesi beklenirdi. Lenin, "Troçki'nin şimdiye kadar Marksizm’le ilgili herhangi bir önemli sorunda sağlam bir görüşü olmamıştır" (Lenin, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, 1914) sözünü ezbere söylememiştir. Günümüzdeki izleyicilerinin daha iyi durumda olduklarını iddia edemiyoruz.
Özetlemek gerekirse, Kapital'i bilimsel olarak inceleyen birisiyle profesörce bakış açısından inceleyen birisinin onda gördükleri yön kaçınılmaz olarak birbirinin tam zıddı olacaktır. Birincisi, onda dağınık, günlük çıkarlar için mücadelenin siyasal mücadeleye ve onun gerçek biçimi olan devlet iktidarını ele geçirmek için mücadeleye dönüşmesinin zorunluluğunu görürken ve böylece politik mücadele olmadan gerçek anlamda sınıf mücadelesinden söz edilemeyeceği sonucuna ulaşırken, ikincisi politik mücadelenin olmadığı koşullarda da sınıf mücadelesinin sürdüğünü, Kapital'in amacının ve katkısının sözüm ona bu gizli, derindeki “üretim alanındaki sınıf mücadelesini” ortaya çıkarmak olduğunu "keşfetmeye" varır. Birbirinin yüz seksen derece karşıtı olan bu iki bakış açısından kaçınılmaz olarak birbirine zıt iki eylem programı çıkar. Birinci program, bağımsız sınıf bakış açısını gündeme getirir ve proletaryanın siyasal birliğinin sağlanmasının günümüzdeki ivediliğini ve bu görevin ertelenemezliğini ortaya koyar. Bu yüzde yüz Marksist, bizzat Kapital'in bakış açısının emrettiği bir eylem programıdır. Politik mücadele dibe vursa da sınıf mücadelesinin bir şekilde yine de devam ettiği bilim dışı avuntusuna dayanan ikinci program ise, dar grup bakış açısının ihtiyaçlarına uygun yüzde yüz ekonomist ve anti-Marksist bir programdır.[5]

"Eennn önemli Marksist iktisatçıların" hatta Engels'in kavrayamadığı, Sungur "hoca"nın açıkladığı bir gerçek

Savran, "Kapital'in Güncelliği" sempozyumunda, Kapital'in 4. boyutu üzerine "mimari" teorisiyle kabul etmemiz gerekir ki, bazı mucizeler de yaratmayı başardı. Örneğin, 2 numaralı soyutlama düzeyi diye aldığı "genel olarak mübadeleyi" katıksız bir soyutluk, gerçekte hiçbir biçimde var olmayan bir şey olarak idealar alemine fırlattı ve böylece "basit meta üretimi" kavramının da yanlış olduğu, ancak basit meta dolaşımından söz edilebileceğini, onun da sermaye olmadan düşünülemeyeceğini, ayrıca Marks’ın Kapital’e metaların analizinden başlamasının sermayenin dolaşımından ortaya çıkmasından kaynaklandığı, vb., gibi Kapital hakkında temel bir bilgiye sahip olan her marksisti derin bir hayrete düşürecek bütün bu son derece “ilginç” görüşleri bakın nasıl "kanıtladı" -biraz uzun olmakla beraber, Savran'ın konuşmasındaki bu harika bölümü aktarmak istiyoruz:
"Kapital'de, var olmayan ve Kapital'e bir bakıma varsayım olarak giren, ön koşul olarak giren soyutlama düzeyidir. Kapital'in kendisi -genel olarak çok kullanılmayan bir terim kullanacağım iyi anlatmak için derdimi, Marx Kapital'de kullanıyor bunu ama çok şey yapmıyor- genel olarak mübadele düzeyiyle başlar. Bunun anlamı şudur: ... herkesin tanıdığı biçimde, metanın analiziyle başlar. Bunun anlamı şudur: başka spesifik belirlenimlerden bağımsız olarak mallarını ve hizmetlerini piyasaya doğrudan çıkarmak amacıyla, bir fazla olarak değil, üreten ve özel mülkiyet temelinde çalışan üreticilerin karşılıklı ilişkilerine denir. Yani mübadele ilişkisi başka her şeyden yalıtılmış bir şekilde nedir? Meta nedir? kısacası. ... Kapital sermayeyi inceliyor, sermaye ve ücretli emek ilişkisini inceliyor ama Kapital buradan başlamıyor. Nedeni şudur: sermaye kendisinden önceki bütün hakim sınıflardan farklı olarak dolaşımda ortaya çıkıyor. O zaman, önce dolaşımın ne olduğunu kavramamız gerekiyor ve üretimle ilişkisini kavramamız gerekiyor. O yüzdendir ki önce [metaların dolaşımı - S.A.'nin notu] sermayeden bile soyutlanıyor. Genel olarak bir mübadele inceleniyor. Bu, birinci cildin, ünlü birinci kısmıdır. Bunun birinci ve ikinci bölümleri meta, değer ve parayı ele alır. Ve bir de bunun ardından gelen ikinci kısım metadan sermayeye yani genel olarak mübadeleden, bir sonraki aşamaya geçişin aşamalarıdır. Şimdi söyleyeceğim ... hatta bütün mimari konusunda söylediklerim tartışmalı olabilir. Bunlar burada tartışılmalıdır. Biz buraya ... Marksistlerimizi ve yapıtlarımızı yüceltmeye gelmedik, bilimsel analiz yapıyoruz.

"Şimdi söyleyeceğim zor olabilir, tartışırız. Bu yüzden de genel bir anlayış, eeennn önemli Marksist iktisatçıların bir kısmının bile katıldığı bir anlayış, yanlıştır. Marx "basit meta üretimi"ni incelememektedir. Deniyor ki Marx, bir takım küçük mülkiyet sahiplerinin karşılıklı ilişkilerini inceliyor, daha "kapital"e, "sermaye"ye gelmemiştir. Tarihsel olarak birinci bölüm [Kapital'in "Meta ve Para" başlıklı Birinci Kitap, Birinci Kısım'ı kastediliyor - S.A.'nin notu] daha evvel geliyor deniyor. Yanlıştır. O, genel olarak mübadele tahlilinde sermaye vardır, kapsanmaktadır ama özgül özellikleriyle görünmemektedir. Dolayısıyla Engels'ten Mandel'e, son derece saygı duyduğum isimleri söylüyorum size, başka, daha önemsiz Marksist yani (gülüşmeler), Marksist iktisatçılar daha az önem taşımakla beraber, değerli Marksist iktisatçılar da söylerler ["bu kavramı kullanırlar" demek istiyor - S.A.]... Var olan "basit meta üretimi" kavramı yanlıştır. Ancak "basit meta dolaşımı"ndan bahsedilebilir. O da sermayeyle birlikte varlığını sürdürmektedir. Başka bir şey söyleyelim. Althusser'den söz etti Nail, bilgi de verdi benim bilgi vermeme gerek yok, son derece ünlü bir filozof olmuştur Marksizm’in 20 yy. ikinci yarısındaki tartışmalarında. Althusser bir yerde, Kapital'i okumaya üretim sürecinden başlayın yani emek süreci ve artı-değer sürecinden [diyor - S.A.]. Neden? Çünkü az önce söyledim... sermaye yok ilk altı bölümde [diye düşünüyor - S.A.]. Yedinci bölümden başlamayı öneriyor. Tamamen yanlıştır [bu öneri - S.A.]. Bunu [genel olarak mübadele tahlilinde sermayenin varolduğunu - S.A.] kavrayamadığı için yapmıştır ve o yüzden bence öneri tamamen yanlıştır."

Öncelikle, dikkatle okunduğunda, Savran'ın yukarıdaki iki paragrafta birbirinin tam zıttı olan iki tezi kanıtlamaya çalıştığını belirtmemiz gerekiyor. Savran, önce herkesin bildiği bir doğruyu, yani Kapital'in “Meta ve Para” başlıklı ünlü Birinci Kısım'ında, sermayeden soyutlanmış olarak yalnızca basit metanın ele alındığını, bu yüzden de Birinci Bölüm'de sermayenin bulunmadığını belirtir. Ardından, Birinci Bölüm'de sermaye açıklanmasa da kapsandığını, içerildiğini vs. kanıtlamaya girişir! Bu tutarsızlık sadece konuşmacının karmakarışık anlatımından değil, Kapital'in Birinci Kısım'ının içeriği ve Marx'ın burada neden metaların analizinden başladığı konusunda bilimsel olarak kabul görmüş açıklamaya alternatif, kendi deyimiyle "tartışmalı" görüşler ileri sürmek istemesinden kaynaklanmıştır. Buradan sonra bu oldukça “tartışmalı” ve bilimsel açıdan son derece su götürür görüşleri ele alacağız.

Kapitalist üretim ilişkilerinin hücre biçimi olan basit metanın analiz edildiği Kapital’deki Birinci Kısım’ın sermayeyi içerdiğini ileri sürmek, gerçek tarihsel sürece ve bilime düpedüz karşı çıkmaktır. Meta dolaşımı ve para, bunlarla birlikte dolaşımdan para çekme, para yığma vb. kapitalist üretimden önce de ortaya çıkmıştır. Fakat bunlar sermayenin doğuşu için yeterli değildir. Metanın sermayeye dönüşümü, ancak belirli tarihsel koşullar altında olanaklıdır. Kapital'in "mimarisi"ni çıkarmaya girişen birinin, Kapital'in en basit fikirlerinden birisi olan bu olguyu kavramış olması gerekirdi. Gerçekten de Marx bunu son derece anlaşılır terimlerle ortaya koymuştur:

"Yalnız başına para ve meta dolaşımı, sermayenin var oluşunun tarihsel koşullarının doğmasına yetmiyor. Onun doğabilmesi için, ancak üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran kimse ile emek-gücünü satan özgür emekçilerin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekiyor. Ve bu tek tarihsel koşul, bir dünya tarihini kapsıyor. Onun için sermaye, ilk ortaya çıkışı ile, toplumsal üretim sürecinde yeni bir çağın başladığını ilan ediyor" [Marx, Kapital, 1. Cilt, s. 173]

Anlaşılan Savran'ın açığa çıkardığı bu gerçeği kavramamış olanlar sadece Engels (!) ve diğer "eeennn önemli marksist iktisatçılar"dan ibaret değildir. Meta ve para dolaşımını ele aldığı yerdeki açıklamalarının "sermayenin var oluşunu kapsadığını" ve hatta "basit meta üretimi diye bir şeyin var olmadığını, olsa olsa basit meta dolaşımından söz edilebileceğini ve meta dolaşımından söz edilen her yerde de sermayenin varlığından söz edilmek zorunda olduğunu" vs., öyle görünüyor ki Marx'ın bizzat kendisi de “kavramamış”tır!!

Bilim tarihinden bir örnekle açıklamamız gerekirse, bir insan dölütünde tam gelişmiş bir insan örneğinin minyatür halinde hazır bulunduğu şeklindeki şu eski, bilim-öncesi teori (“preformation” ya da “ön biçimlenicilik” denen teori) günümüz biyolojisinde ne kadar geçerliyse, Savran'ın, Kapital'in yalnızca meta ve para dolaşımını konu alan Birinci Kısım'ında "sermayenin var olduğuna, kapsandığına ancak özgül özellikleriyle görünmediğine" ilişkin iddiası da ancak o kadar geçerlidir ve bilimseldir. Elbette, her türlü canlı varlığın temel yapı taşı hücredir ve insan anatomisini ele alan bilimsel bir inceleme, işe hücreyi tanımlayarak başlamak zorundadır. Ancak bir hücrenin ortaya çıkışıyla bunun bir insana dönüşmesi arasında koca bir tarihsel dönem vardır ve gerçekleşmesi için belirli koşulların ortaya çıkması gerekir. Tek bir hücrenin bütün bir insanı içerdiğini, kapsadığını iddia etmek, bütün bu tarihsel gelişmeyi bir çırpıda çöpe atmak ve aynı zamanda hücrelerin hangi gelişme aşamalarından geçerek insana dönüştüğünü araştırma ve anlama çabasından -yani bilimsel bir bakış açısı kazanma imkânından- daha işin başında vazgeçmek anlamına gelir.

Savran, yine aynı temelde, Kapital'de Marx'ın neden metaların analiziyle, basit meta üretiminin ve basit meta dolaşımının analiziyle başladığının bilimsel açıklamasını da reddediyor. Marx'ın neden metaların analiziyle başladığı bilindiği Engels tarafından Kapital'in üçüncü cildine önsözde son derece açık biçimde ortaya konulmuştur:

"Bu görüşler [burjuva eleştirmeni P. Fireman'ın Marx'ın tahlilleri hakkında ileri sürdüğü bazı görüşlerinden söz ediliyor - S.A.], Marx'ın yalnızca araştırdığı yerlerde, tanım yapmak istediği ve, genellikle Marx'ın yapıtlarında, insanın değişmeyen, hazırlop, her zaman için geçerli tanımlar bulabileceği gibi yanlış varsayımlara dayanmaktadırlar. Şeyler ile bunların birbirleriyle ilişkileri sabit değil değişken olarak kabul edilip kavrandığında, bunların zihinsel imgeleri, fikirlerin de aynı şekilde değişim ve dönüşüme bağlı bulunacağı; ve bunların katı tanımlar içersinde hapsedilmiş olmayıp, tarihsel ya da mantıksal oluşum süreçleri içersinde geliştikleri apaçıktır. Bu, hiç kuşkusuz, Marx'ın birinci kitabının başlangıcında, sermayeye ulaşmak üzere tarihsel öncül olarak basit meta üretiminden niçin yola çıktığını -mantıksal ve tarihsel bakımdan ikinci dereceden bir biçimde, kapitalist biçimde değişikliğe uğramış bir metadan değil de basit bir metadan hareket ettiğini- aydınlığa kavuşturmaktadır." [Kapital, Üçüncü Cilt, Engels'in önsözü, sf. 20-21]

Engels'in bu satırları, Marksistler tarafından haklı olarak, Marx'ın Kapital'e neden basit meta üretiminin ve dolaşımının analiziyle başladığının klasik, bilimsel açıklaması olarak kabul edilmiştir. Engels'in burada eleştirdiği burjuva eleştirmeninin görüşlerinin kaynağı Sungur Savran'ınkilerle tıpatıp aynıdır. Marx'ın burjuva eleştirmeni P. Fireman gibi, Marx'ın mahcup Troçkist eleştirmeni Savran da, Marx'taki belli bilimsel kategorilerin (bu örnekte meta üretiminin), değişmez, tarih-dışı kategoriler olmadığını, yukarıda bizzat Marx'tan yaptığımız alıntıyla gösterdiğimiz gibi, sadece Savran'ın Marksist iktisat sözlüğünden çıkarmaya çalıştığı "basit meta üretiminin değil", en azından lafta var olduğunu kabul ettiği basit meta dolaşımının ve paranın ortaya çıkmasının kendi başına sermayenin var olması anlamına gelmediğini, bunlardan sermayenin ortaya çıkışının bütün bir tarihsel süreci gerektirdiğini, kısacası Kapital'in ABC’sini kavrayamamıştır.

Böylece, sermayenin, dolayısıyla kapitalizmin tarihsel, materyalist, diyalektik yani Marksist (bilimsel) açıklanmasından, kapitalizmin ortaya çıkışına ilişkin ekonomik kategorilerin gerçek ilişkilerden bağımsız, soyutlamaların sözde mantıksal (ya da "mimari" de diyebilirdik) dizilişinden türetmeye çalışan Proudhonvari, tarih-dışı, idealist, eklektik (bilim öncesi) açıklanmasına geri düşmüş oluruz.

"Artık "tarih sırasına uygun bir tarih" yok, "kavrayışta birbirini izleyen düşünceler" vardır. O, düşünce hareketi ile dünyayı inşa ettiğini sanıyor, oysa herkesin kafasının içinde var olan düşünceleri yalnızca sistematik olarak yeniden inşa etmekle ve mutlak yönteme göre sınıflandırmakla kalıyor." (Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, s. 108) [6]

Savran'ın buradaki mantığının, "sınıf mücadelesi" kavramını yukarıda eleştirdiğimiz anlama biçimiyle (daha doğrusu anlayamamasının özel biçimiyle) paralelliği son derece çarpıcıdır. O, sınıf mücadelesinin "embriyon halindeki", Marksizm’e göre aslında gerçek anlamda sınıf mücadelesi sayılamayacağı aşamasını (müthiş bir icat olan, "gerileyen politik mücadeleye rağmen üretim alanında devam eden sınıf mücadelesi" anti-Marksist formülüyle) “sınıf mücadelesi” olarak gösterdiği gibi burada da sermayenin bütün olarak ortaya çıkışını sermayenin en ilkel hücresi olan metaların basit dolaşımı aşamasına sıkıştırmaya çalışarak, Marksizm’in tüm temel konularında gelişmenin maddi, tarihsel, diyalektik yönünü tamamen dışarıda bırakan biçimci, soyut-kategorik, kısacası anti-diyalektik bakış açısını uygulamaya eğilimli olduğunu göstermiş oluyor.

Böylece Savran'ın, şu sözleri de, yalnızca ve yalnızca “adet yerini bulsun” diye söylediği ortaya çıkmış oluyor:

"Marx’tan önceki ekonomi-politik ve Marx’tan sonraki neo-klasik iktisat hiçbir biçimde kapitalizmin içindeki ilişkilerin ve kategorilerin tarihsel temellerini araştırmamıştır, varsaymıştır, doğal olarak kabul etmiştir. Marx, ilk defa Engels’in söylediği gibi, başkalarının çözüm gördüğü bir yerde bir sorun gördüğü için bu kategorileri ve ilişkileri sorgulamış, her birinin hangi tarihsel koşulda var olabileceğini ve dolayısıyla hangi tarihsel koşullar altında ortadan kalkabileceğini araştırmıştır."

ve aynı şekilde şunları da:

"... diyalektik yöntemin de bir pratiğidir, bir uygulamasıdır. Zaman zaman Marksizm içindeki tartışmalarda diyalektik hakkında bir yapıt yazmamasının çok üzücü bir şey olduğu söylenmektedir, Marx’ın. Cevap olarak da Kapital’in içinde eylem halinde diyalektik metodun uygulanmasının görülebileceği söylenmiştir. Ben bu cevaba katılıyorum."

Savran'ın her iki konuda da (“sınıf mücadelesi”nin oluşumu ve “sermayenin oluşumu”) sorunu tamamen ters, tamamen anti-Marksist bir açıdan koyuşuna karşı, sorunun en basit, bilimsel, komünist konuluşu ancak şöyle olabilir: İşçilerin tek tek, dağınık ekonomik mücadeleleri, "sınıf mücadelesi"nin henüz gerçek anlamda sınıf mücadelesi olmayan düzeyidir. Yani ancak "embriyon halinde sınıf mücadelesi"dir (Lenin). Aynı şekilde basit metalar henüz sermaye değildir, henüz "hücre" halinde sermayedir - veya "sermaye toplumunun hücresidir" (Marx). Tek tek mücadelelerin sınıf mücadelesine, basit metaların da sermayeye dönüşmesi bütün bir süreci gerektirir. İşte can alıcı nokta burası: bilimin işlevi bu süreci ihmal etmek ve onu değişmez, tek bir soyut kategoriye indirgemek değil, tam tersine, onun zorunluluğunu ortaya koymak ve onun gelişimini açıklamaktır. Proletaryanın sınıf mücadelesi verebilmesi için proleterlerin bir siyasal parti olarak birleşmeleri ve aynı şekilde metaların sermayeye dönüşmesi için de, ilk kez “kullanım değeri değer yaratmak olan bir meta”nın (emek gücü) ortaya çıkması önkoşulu gerekir. Her ikisi de, proleterlerin bir siyasal parti olarak birleşmesi de, basit metaların “kapitalist biçimde değişikliğe uğramış metalar”a ve giderek sermayeye dönüşmeleri de, tarihsel materyalizmin ve onun başyapıtı olan Kapital'in bakış açısından nesnel süreçler içinde gerçekleşen kaçınılmaz olaylardır.

Kapital'de modern sermayenin ve ona dayanan kapitalist toplumun ortaya çıkışına ilişkin Marx'ın bütün açıklamaları, bunun basit meta üretiminin genelleşmiş kapitalist üretime dönüşmesinin bir süreci olmasına ve yine bunun sadece bir soyutluk değil, gerçek, tarihsel, maddi bir süreç olmasına dayanır. Marx'ın "burjuva iktisatçılardan farkının kapitalizmin içindeki ilişkilerin ve kategorilerin tarihsel temellerini araştırması"na, bunların "her birinin hangi tarihsel koşulda var olabileceğini ve dolayısıyla hangi tarihsel koşullar altında ortadan kalkabileceğini" göstermesine, aynı anlama gelmek üzere "Kapital'in diyalektik yöntemin uygulanmasının mükemmel bir örneği olduğuna" vb. ilişkin klasik doğruların (Savran bu sözleri ezbere tekrar ediyor ama gerçekte onların ne anlama geldiği üzerine hiç düşünmüyor), somut içeriğinin kavranması ancak işin bu maddi temelinin kavranmasına bağlıdır. Bunun içindir ki, örneğin, Rusya'da kapitalizmin gelişmesine ilişkin ünlü eserinin "küçük üreticilerin yıkımı"yla ilgili (yani yüzde yüz maddi, gerçek, hiç de salt soyutlama olmayan bir olgunun incelenmesiyle ilgili) bölümüne Lenin şöyle başlar:

"Buraya kadar basit meta üretimi ile uğraştık. Şimdi, kapitalist üretime geçiyoruz, yani basit meta üreticileri yerine, bir yanda üretim araçları sahiplerinin, öte yanda da ücretli işçinin, işgücünü satan kişinin bulunduğunu varsayıyoruz. Küçük üreticinin ücretli işçi haline gelmesi, üretim araçlarını -toprak, aletler, atölyeler vb.- yitirdiğini, yani, "yoksullaştığını", "yıkıldığını" varsayar." (Lenin, Rusya’da Kapitalizmi Gelişmesi, Sol yay., s. 27-28)

Tabii ki insan, nereden geldiği belli olmayan bir ilhamla (gerçi bunun kerametini biraz aşağıda açıklayacağız) kendi kendisine “basit meta üretimi” gibi temel bir bilimsel kavramı yasaklar - ve bununla da yetinmeyip, sermayenin ortaya çıkışını, onun ön koşulu olan, doğrudan üreticinin üretim araçlarından koparılması tarihsel sürecinden soyutlayarak, basit meta dolaşımının ortaya çıkışına indirgerse - Marx'ın bütün ülkelerde kapitalizmin ortaya çıkışıyla tekrar tekrar doğrulanan teorisinin, Lenin de dahil bütün ülkelerin bilimsel komünistlerinin günümüze kadar benimsedikleri ve uyguladıkları bu abc'sini hiçbir zaman anlayamaz.

Marx'ın temel yapıtı Kapital hakkında yeterli bilgisi olmasa da, bir yerlerde bu büyük yapıtın "mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin" tarihsel, maddi ve zorunlu sürecinden söz ettiğini okumamış veya işitmemiş olanlar pek azdır. Bu hareketin birinci evresi olan doğrudan üreticilerin "mülksüzleştirilmesi" süreci basit meta üretiminden genelleşmiş meta üretimine geçiş sürecinden başka bir şey değildir. Siz kendinize bazı kavramları ("basit meta üretimi") yasakladığınız ve diğer bazılarını da ("sermaye" gibi) onları doğuran tarihsel hareketten soyutladığınız için, bu birinci süreci anlamadınız bay Savran. Dolayısıyla ikinci süreci (yani "mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesini", yani Kapital'in ana fikrini ve bütün konusunu) anlamanız da mümkün değil. O halde Marx'ın, kapitalizme ilişkin ekonomik kategorilerin "her birinin hangi tarihsel koşulda var olabileceğini ve dolayısıyla hangi tarihsel koşullar altında ortadan kalkabileceğini araştırmasından" söz etmeniz olsa olsa sizin, genel açıklamaları, içeriği üzerine düşünmeden tekrar etmeyi sevdiğinizi gösterir.

Aşağıdaki alıntılar Savran'ın bu süreci nasıl "kavradığına" (daha doğrusu kavramadığına) ilişkin bize önemli bir fikir veriyor:

"... kapitalizmin geçici bir üretim tarzı olduğu, modern üretici güçlerin başka üretim ilişkileri altında da düzenlenmeye müsait olduğu Kapital’de açıkça ortaya çıkmaktadır. Yani, komünizmin olanaklılığı, piyasa ya da değer ve meta ve sermaye yerine komünal mülkiyet ve onun ilkel daha ilkel biçimleri, devlet mülkiyeti vs. ve merkezi planlama yoluyla da modern üretici güçler düzenlenebilir, modern ekonomi yönetilebilir." (Savran'ın sempozyum konuşmasından, vurgular bizim - S.A.)

Savran'ın başında bulunduğu İşçi Mücadelesi gazetesinin sempozyuma ilişkin orta sayfasında da aynı içerikte şunları okumak mümkün:

"Kapital her ne kadar sınıflara bölünmüş bir toplum olan kapitalizmi incelemeyi ana konusu olarak alırsa da, kapitalizmi ebediyen geçerli bir toplum biçimi olarak görmediği için yeni ve sınıfsız bir üretim tarzının mümkün olduğunu ortaya koyma becerisini gösterir." (İşçi Mücadelesi, Aralık 2007, Sayı 26, "Nice Yıllara Kapital", vurgular bizim - S.A.)

Kapital'in, komünizmin, sınıfsız bir toplumun, kapitalizmin yarattığı koşullardan doğuşuna ilişkin görüşü, hiçbir şekilde modern üretici güçlerin "başka üretim ilişkileri altında da düzenlenmeye müsait olduğu" (aynen böyle!) ya da "olanaklı" olduğu düşüncesine indirgenemez.

Meta üretiminin kapitalist üretime dönüşmesini anlamanın, nasıl her diyalektik harekette olduğu gibi basitten karmaşığa doğru giden bir sürecin kaçınılmaz gelişimini anlamak olduğuna değindik. Aynı şekilde, komünizm bizzat kapitalizmin yarattığı maddi koşullardan ve onun hareket yasalarının bir sonucu olarak yani belli bir düzeye ulaşmış emeğin toplumsallaştırılmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kapitalist üretim meta üretiminin en üst biçimidir. Her maddi diyalektik hareket basitten karmaşığa doğru gelişimin zorunlu bir hareketidir. Kapitalizm meta üretiminin gelişiminin belli bir aşamasının ürünüdür. Aynı şekilde komünizm de ancak emeğin toplumsallaştırılmasının belli aşamasının ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Kapitalizmin, sonunda niteliksel bir sıçramaya yol açan meta üretiminin gelişiminin basitten karmaşığa doğru gelişiminin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu anlayamazsak, komünizmin de emeğin toplumsallaştırılmasının basitten karmaşığa doğru hareketinin zorunlu bir sonucu olduğunu anlayamayız ve “komünizmin olanaklılığı” ya da “mümkün olması” gevezeliğiyle avunmak zorunda kalırız. Böylece, proletaryanın elinden Marx'ın ve onun temel yapıtı olan Kapital'in proletaryaya kazandırdığı “gerçek mücadele sloganı” (“kapitalist düzenin sosyalist düzene dönüşmesinin kaçınılmazlığı” ya da başka deyişle “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin kaçınılmazlığı”) alınmış, yerine Dünya Sosyal Forumu'nun meşhur "başka bir dünya mümkün" sahte yeni-reformist sloganı verilmiş olur. Savran'ın "Kapital'in Güncelliği" üzerine görüşlerinin vardığı nokta işte budur.
Elbette, bu tartışmayı, böyle önemsiz bir ayrıntıya ilişkin bir tartışmayı, oradakilerin anlaması mümkün olmadığından, bu sözler, izleyicilerde, konuşmacının ele aldığı konuda kendilerinin hayal bile edemeyeceği kadar derinlere dalabildiği izlenimini doğurmaya, göz boyamaya yarayabilir. Oysa yukarıda da gösterdiğimiz gibi, bu, aslında onun Kapital'in en temel fikirlerini anlamaktan aciz olduğunu, okuduğunu ama anlamadığını, Troçkist esintili bir akademisyen olarak kafasının "profesörce dilenci çorbasıyla" (Engels) tıka basa dolu olduğunu gösterir. Bütün bunların bırakalım "Kapital'in güncelliği"nin ortaya konmasına, izleyicilerde Kapital’in neden söz ettiği hakkında en temel bir fikrin uyandırılmasına ise hiç şüphesiz zerre kadar yardımı olmamıştır.

Sonuncu noktaya geliyoruz; Antonius'un Sezar'ın vasiyetini sona saklaması gibi biz de Savran'ın açıklayacağımızı söylediğimiz ilham kaynağını sona saklamıştık. Küçük bir araştırma sonucunda, Christopher J. Arthur diye birisinin, bu zat-ı muhterem bir Hegelci Marksist’miş (ne demekse?), bir kitabında şu paragrafa rastladık:

"Engels, [üçüncü cildin - S.A.] Önsöz’ünde, Kapital’in Birinci Cildi’nde ‘Marx’ın basit meta üretimini tarihsel bir öncül olarak aldığını, ama daha sonra bu temelden ilerleyerek sermayeye geldiğini’ öne sürer: bunun da avantajı onun ‘mantıksal ve tarihsel bakımdan ikinci dereceden bir biçimde, kapitalist biçimde değişikliğe uğramış bir metadan değil de basit bir metadan' hareket edebilmesidir. Aslında bu bir yanlış okumadır. Marx Kapital’de hiçbir yerde ‘basit meta üretimi’ ifadesini kullanmamıştır. Aynı şekilde, kapitalist olarak üretilen metaya ikinci dereceden, biçim değişikliğine uğramış bir meta olarak değinmemiştir. Marx kesinlikle, bu fikri ele aldığı varsayılmış olan yerde, yani tam olarak ilk birkaç bölümde kesinlikle ‘basit meta üretimi’ fikrini geliştirmemiştir. Tersine ... ilk bölümlerde tartıştığı basit dolaşım kapitalist ekonomiye aittir. (Christopher J. Arthur, "The Myth of ‘Simple Commodity Production’" ["‘Basit Meta Üretimi’ Miti], Marx Myths & Legends içinde, url: http://marxmyths.org/chris-arthur/article2.htm)
Görüldüğü gibi, bu birkaç satırda Savran'ın kaynak göstermeden kelimesi kelimesine aktardığı bütün görüşleri bulmak mümkün. Tek fark şu ki, onun uzun uzadıya anlattığı her şey burada birkaç satırda özetlenmiştir.

Bu anlamsız tartışmayı ortaya atma şerefini biz gerçi yerli Troçkist akademisyenlerimize layık görürdük ama ne yazık ki bu şeref Bay Christopher Arthur diye bir batılı akademisyene aitmiş. Bay C. Arthur "Basit Meta Üretimi Miti" diye bir makale yazmış, burada Almanca orijinal metinlerinde Marx'ın Artı-Değer Teorilerinde "bloße Warenproduktion" ("sadece meta üretimi" ya da "basit meta üretimi"), Engels'in ise aynı anlama gelmek üzere Kapital'in üçüncü cildindeki Önsözünde "einfache Warenproduktion" ("sıradan meta üretimi" ya da "basit meta üretimi") terimlerini kullanması üzerine -ki her ikisi de İngilizce'ye doğru olarak "simple commodity production" yani "basit meta üretimi" diye tercüme edilmiştir-, işi Marx'ta "basit meta üretimin"den söz edilmediği, bu kavramın Marx'ta var olduğunun Engels'ten kaynaklanan bir mit olduğu, böylece sözüm ona Engels'in Marx'ı tarihselleştirici bir yorumdan geçirerek çarpıttığını ileri sürmeye kadar vardırmıştır. Bay Savran da hiç düşünmeden bu iddianın üzerine atlamış ve onu "Kapital'in Mimarisi" üzerine sunumunun merkezine yerleştirmiştir.[7] Bu örneğin de açıkça gösterdiği gibi, ülkemiz ekonomisinin montaj sanayi evresini geride bıraktığı söyleniyorsa da, “profesörlerimiz” bu evreyi henüz geride bırakmamışlardır.

İşte Sungur Savran, 140. yılında "Kapital'in Güncelliği"ni böyle ortaya koydu!

Stalin Arşivi Yazı Kurulu

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Başlıkta ve metindeki bazı yerlerde "profesör" sözcüğünü, Marx, Engels, Dietzgen ya da Lenin'in kullandığı anlamda "profesörce dünya görüşü"nün izleyicileri olan profesör-doçent-doktor-asistan vs.nin tümünü kapsayacak şekilde kullandık.

[2] Şunu da belirtmek gerekir ki sunumunun aşırı sistemsizliği ve dağınıklığı bakımından Savran sempozyumda bir istisna değildi. Bu hemen hemen bütün konuşmacılarda görülen genel bir özellik olarak ortaya çıktı.

[3] Belirtmek gerekir ki, "sınıf", "sınıf mücadelesi", "devlet", "ekonomik mücadele", "politik mücadele" gibi en basit kavramlar hakkındaki kafa karışıklıkları Savran'la sınırlı kalmadı, Marksizm’in güncelliğini ortaya koyma iddiasındaki profesör ve uzmanlarımızla onlardan geri kalmayan "parti" ve "örgüt" teorisyen-yazarlarımız bütün sempozyum boyunca benzer hataları tekrarlayarak temel konulardaki kafa karışıklıklarını sergilediler.

[4] "Sınıf mücadelesinin, ancak siyaset alanına yayıldığı zaman gerçek, tutarlı ve gelişmiş bir duruma geldiğini söylemek yetmez. Siyasette de, önemsiz ayrıntılarla yetinilebilir, ya da daha derinliğine, özsele değin gidilebilir. Marksizm, sınıf mücadelesinin, siyasete yayılmakla yetinmeyerek, ancak siyasette en özsel olan şeyi: devlet iktidarının örgütlenmesini kavradığı zaman en yüksek gelişmesine eriştiğini, "tüm ulus ölçüsünde" olduğunu kabul eder.

Tersine, işçi hareketi biraz güçlendiği zaman, liberalizm artık sınıf mücadelesini yadsıma cüretini göstermez, ama bu kavramı daraltmaya, güdükleştirmeye, iğdiş etmeye çalışır. Liberalizm, sınıf mücadelesini siyasal alana değin kabul etmeye hazırdır ama devlet iktidarı örgütünün onun eylem alanı dışında kalması koşuluyla.

... Burjuvazi, sınıf mücadelesini güdükleştirmek, bu kavramı değiştirmek ve daraltmak, keskinliğini köreltmek "ister". Proletarya bu yutturmacanın ortaya çıkarılmasını "ister"." (aynı yerde, s. 50,51)

[5] Örneğin Savran'ın grubunun yakın zamanda gündeme getirmeyi planladığı Troçkist particik (sözüm ona "Devrimci İşçi Partisi") için. Uzun yıllar Mandel "IV. Enternasyonal"ini takip eden Savran grubu, bu şirketin batışından sonra kaydını Arjantin'deki Partido Obrero'nun ("İşçi Partisi") başını çektiği yeni bir " IV. Enternasyonal"e yaptırmıştır. Şimdi bu "parti"nin Türkiye'deki kopyası olarak "üretim alanındaki sınıf mücadelesi"ni Troçkist "sürekli devrime" bağlamak üzere var olan legalist, ekonomist, sahte-sosyalist partilere yeni birini eklemek gündemdedir.

[6]"… Öyleyse M. Proudhon bize ne veriyor? M. Proudhon'un kavrayışınca kategorilerin kendilerini zamana göre ortaya koydukları sıralamayı, gerçek tarihi mi? Hayır! Bizzat düşüncenin içinde yer alan tarihi mi? O, hiç değil! Yani kategorilerin ne sıradan tarihini, ne de kutsal tarihini! Öyleyse hangi tarihi veriyor bize? Kendi çelişkilerinin tarihini."

Zaten görmüş bulunuyoruz ki, bütün bu değişmez ve hareketsiz ölümsüzlükler, geriye tarih diye bir şey bırakmıyor; tarih, olsa olsa düşüncenin içinde oluyor, yani saf aklın diyalektik hareketinde yansıyan tarih. M. Proudhon, diyalektik hareket içinde düşüncelerin artık farklılaşmadıklarını söylemekle, hem hareketin gölgesini ve hem de gölgelerin hareketini ortadan kaldırmıştır, ki kişi bunlar aracılığıyla, gene de hiç değilse, tarihin bir benzerini yaratabilirdi. Bunun yerine o, kendi güçsüzlüğünün suçunu tarihe yüklüyor." (Aynı yerde, s. 114-115)

[7] "... Böylece, burada, her şeyden önce, meta, ki kendisinde değişim değeriyle kullanım değeri arasındaki karşıtlık bulunur, basit ürüne {bloßes Produkt} (kullanım değeri) ve dolayısıyla metaların alım-satımı, ürünlerin, basit kullanım değerlerinin {bloßen Gebrauchswerten}, basit değiş-tokuşuna {bloßen Tauschhandel} dönüştürülüverir. Bu yalnız kapitalist üretimin değil, basit meta üretiminin {bloße Warenproduktion} bile gerisine gitmektir, ve kapitalist üretimin en karmaşık olgusu -dünya pazarında krizler-, kapitalist üretimin ilk koşulu, yani ürünün meta olması, dolayısıyla da kendisini parayla ifade etmek ve başkalaşım sürecinden geçmek zorunda olması yadsınarak, yadsınmış olur." (Karl Marx, Theorien über den Mehrwert (Artı-Değer Teorileri), sf. 501-502) Karl Marx bu satırlarda, aşırı-üretim krizi diye bir şey olamayacağını kanıtlamaya çalışan, bunun için de, kapitalist üretimde ürünlerin paraya dönüştürülmesi zorunluluğunun önemsiz olduğunu iddia eden Ricardo'yu eleştirmiştir. Şimdi örneğin, Marx'ın açıkça, Ricardo'nun "yalnız kapitalist üretimin değil, basit [ya da "sadece", "salt"] meta üretiminin bile gerisine" gitmesinden söz ettiği bu satırları okuyup da, Marx'ta meta üretiminin kapitalizm öncesi, henüz kapitalist olmayan bir evresine ilişkin bir kavramın açık biçimde varolduğunu anlamaması için, insanın oldukça kalın kafalı olması gerekir. Kavramın var olması durumunda sözcüklerle uğraşmak ise –her Marksistin bildiği gibi- dar kafalılara yakışan türden boş gevezelikten başka bir şey değildir.]

sorunpolemik.com'da yayınlanmıştır.

3 Şubat 2009 Salı

SİYASAL GÜNDEME DAİR ANALİZLER 2

ERGENEKON OPERASYONU:
10.DALGA TUTUKLAMALAR SONRASI BİR DEĞERLENDİRME


Ergenekon Operasyonu’nda tutuklamaların 10. dalgası, ilk 9 dalgada sergilenen senaryo ve rol dağılımlarının, kurgu ve sahneleme yöntemlerinin aynen tekrarlanması biçiminde gerçekleşti. Bütün olup bitenler, amaçlar, perde arkasındaki karargah ve aktörler bir yana, her tutuklama dalgasının neredeyse öncekilerin tıpatıp yinelenmesi tarzında gerçekleşmesi dikkat çeken bir özelliktir. Operasyonun bu özelliği bile, yürüyen soruşturma ve dava sürecinin hukuksal bir işleyişi ve demokratikleşmeye dair bir yönelişi değil, başka bir “şeyi” temsil ettiğini göstermeye yeterlidir.

Politikanın çeşitli ve birbirinden çok farklı araçlarla yürütüldüğü biliniyor. Siyasal polemik ve tartışmalar, siyasal ajitasyon ve propagandalar, kitle gösterileri, genel grev, medya kampanyaları gibi barışçıl araçların dışında “zor” kullanma gibi barışçıl olmayan araçların, düpedüz silahlı savaş yöntemlerinin de kullanıldığı politik mücadele biçimlerine, özellikle Türkiye’de, yabancı değiliz. Savaşların politikanın başka araçlarla devamı olduğunu bildiğimize göre, bu silahlı savaş ve “zor” yöntemlerinin politik içeriğini ve barışçıl politik araçlarla bağını gözetmeyen yanlış sorularla doğru yanıtlara varmak mümkün değildir.

Politika barışçıl ve barışçıl olmayan araçlarla yürütülüyorsa, bu araçların kimler tarafından hangi politik içeriğe sahip olacak biçimde kullanıldığını araştırmayan, barışçıl ve barışçıl olmayan araçlarla yürütülen politikalar arasındaki ilişkiyi görmek istemeyen, buna dair doğru soruları sormayan bir analiz ve anlama çabası, politik açıdan bönlüğü temsil eder, saçmasapan yanıtlara ulaşır, politik müdahaleleri doğru algılayamaz ve yorumlayamaz.

Tutuklamaları ve ev baskınları kamuoyu önünde medyatik bir gösteri tarzında bir- iki aylık aralarla dalga dalga gelişen, soruşturmaları temel hak ve özgürlüklerin çiğnendiği bir süreç boyunca ve Başbakanın kamuoyu önünde alenen üstlendiği bir siyasal savcılık idaresinde sündüre sündüre uzatılarak yürüyen, iddianame ve yargılamaları hukuk- dışı bir olağanüstü mahkeme sürecinin bütün niteliklerini yansıtan Ergenekon operasyonu, başka politik araçlarla yan yana, Türkiye’ye yönelik bir siyasal operasyonu temsil ediyor, hukuksal bir işleyişi ve demokratik bir açılımı değil…

Bir meselenin çözümü, o meseleyi tanımlayacak doğru soruyu sormayı gerektirir: Eğer Ergenekon operasyonu, salt hukuki bir girişim değilse, nedir? Politik bir operasyon ise, politik kapsamı nedir? Operasyonun politik mihrakları ve hedefleri nerelerde aranmalıdır?

Ergenekon operasyonunun politik kapsamını anlamaya yönelik bir çabanın, bu operasyonun siyasal karar merkezlerinin ve hedeflerinin izini sürmesi gerekir. Bu izlerin ABD, AB, İsrail gibi mihraklara, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi tekelci büyük sermaye temsilcilerine, Genelkurmay’a ve AKP hükümetine uzandığı gözler önündedir. Operasyonun siyasal hedeflerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş iradesinin tasfiyesini, devletin temel siyasal düzeninin , kurucu ideolojisinin ve sınırlarının çözülmesini ve değişmesini içerdiği gözler önündedir. Operasyon bu biçimiyle, polisiye, adli, hukuksal bir süreci değil, yukarda anılan siyasal karar merkezlerinin siyasal hedeflerinin gerçekleşmesine yönelik (iç çatışmaları ve geçici uzlaşmaları da dışlamayan) bir müdahaleyi temsil etmektedir.

Şu halde Ergenekon operasyonu bir siyasal müdahale olarak yol almaktadır. Bu noktada, yönü yukardaki gibi tarif edilmiş bir siyasal müdahalenin kullandığı politik araçlar, müdahalenin niteliğini sergilemek açısından çok önemlidir.

Yığınla olay örnek verilebilir, ancak öne çıkan birkaç tanesi müdahalenin niteliğini apaçık göstermektedir:

Operasyonun fiili yürütücüsü, şeriatçı- faşist odakların denetimindeki polis örgütüdür. Genelkurmay ve AKP hükümeti bu yürütmenin başındaki irade mutabakatını temsil etmektedir. Bu odakların ABD- AB- İsrail- NATO bağlantılarına sahip en işbirlikçi zümreyi oluşturduğu herkes için besbellidir. Bu zümre Türkiye’de suikast, katliam, şiddet eylemleri , “zor” kullanma ve anti-demokratik baskı uygulamaları gibi barışçıl olmayan politik araçların yani düpedüz silahlı savaş yöntemlerinin de kullanıldığı politik mücadele biçimlerine başvurma tekeline sahiptir. Son 50 yılın esas olarak ilerici- yurtsever-sol unsurları hedef alan 12 Mart, 12 Eylül askeri darbeleri, suikast, katliam, şiddet eylemleri , “zor” kullanma ve anti-demokratik baskı uygulamaları, bu zümrenin eseridir. Bu zümre halen işbaşındadır ve operasyonun patronudur. (Tutuklananların bazılarının aşırı sağcılar ve faşist milliyetçi terörün sorumluları olması operasyonun yönü ve aktörleri konusunda özellikle liberal etkiye açık sol çevrelerde kafa karışıklığı yaratmaktadır, oysa deşifre olmuş ve atık olarak kusulan bu unsurlar, operasyonun toplumsal temelini genişletmeyi gözeten bir “aklı” temsil etmektedir ve Hitler’in “Uzun Bıçaklar” gecesinde Ernst Roehm ve SA örgütünü kanlı biçimde tasfiye etmesi ya da 12 Eylül askeri cuntasının MHP ve ülkücülere yönelik tutuklamalara girişmesi gibi iyi bilinen başka örnekleri de vardır. Operasyonun bu yönü ayrı bir yazının konusudur).

Operasyonun politik araçları, büyük sermaye yönetimindeki medya tekellerinin (ruh sağlığı bozuk provokatör kişilikleri de kullanan) kamuoyunu şekillendirme çabalarıyla desteklenmektedir. Ergenekon operasyonunun her bir dalgasının ABD, AB, İsrail gibi mihraklar, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi tekelci büyük sermaye temsilcileri, Genelkurmay ve AKP hükümeti açısından kritik evrelerde gerçekleştiği ve tutuklananların belirli bir senaryoyu temsilen seçmece yöntemle belirlendiği bir politik müsamere atmosferinin varlığı apaçık ortadadır.

Son bir yılın önemli gelişmelerinin Ergenekon operasyonunun kenar süslerini oluşturduğu ve operasyonu tamamladığı da gözden kaçırılmamalıdır.

AKP’nin kapatılması için açılan dava sürecinde yargı bürokrasisine müdahalenin hızlandığı, YARSAV üzerinde baskı ve kapatma tehdidi kurularak, Ulusal Yargı Ağı Projesiyle yargı bürokrasisi üzerinde denetim ve takip sağlanarak, Anayasa Mahkemesi üyesi yargıçlar yasadışı yollarla dinlenerek ve izlenerek, bazı yüksek yargıçlar veya yakın aile üyelerin ev baskınları ve sorgulama gibi girişimlerle taciz edilerek, yargı bürokrasisinin AKP vesayeti altına alınmak istendiği anlaşılmaktadır.

Yakın tarihin Göngören katliamı, Ergenekon operasyonunun bir başka kenar süsüdür. Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma kararı verme ihtimali, AB yetkililerinin mahkemeye açıkça sözlü müdahalelerde bulunduğu bir süreçte, kalabalık kent merkezinde girişilen katliam yardımıyla bertaraf edilmiştir. Yakın tarihin benzer suikast ve katliamlarla yüklü olduğu hatırlardadır.

Ergenekon operasyonunun 10. dalgası, kitlesel işten çıkartmalara karşı işçilerin sokak gösterilerine ve fabrika işgallerine yöneldiği ve İsrail’in Gazze’de büyük bir katliama dönüşen işgali sonrasında Türkiye’de halk tepkisinin sokaklara dökülmeye başladığı, meydanlarda binlerce yüzbinlerce insanın Filistin bayrakları dalgalandırdığı, işçi hareketinin İsrail’i protesto gösterileriyle birleştiği bir süreçte gerçekleşti. Büyük sermaye medyasının ve hükümetin kolkola girerek bu tepkileri hem sansür etmeye hem de yolundan saptırmaya çabaladığı, siyonist işgal ve zulmün suç ortağı Tayyip Erdoğan’ı sözde tarafsız ve barış yanlısı bir arabulucu rolüne soyundurmak istediği, AKP’nin İsrail yanlısı politikasının kitlelerin gözünde teşhir edilmeye başlandığı bir ortamda İsrail’e yönelik en sert eleştirilerin sahibi bir aydının itile kakıla tutuklanması, ABD ile mesafesini dile getirdiği bilinen subayların gözaltına alınması dikkatlerden kaçmadı. Ergenekon 10. dalga tutuklamaları fiilen işçi hareketinin bastırılması ve İsrail’e karşı kitlesel tepkilerin sönümlendirilmesi girişimine dönüştü. Büyük sermaye medyası eşzamanlı olarak Tayyip Erdoğan’ın Filistin’in hamisi olarak “yeni bir portresini” resmetmeye hız verdi.

Ergenekon operasyonunda 10. dalganın kenar süsleri arasında, Nazım’a yurttaşlık hakkının iadesine dair hükümet kararı, Alevi açılımı söylemi, TRT-6’da Kürtçe TV yayını gibi AKP girişimlerinin peşpeşe gelmesi de dikkat çekiyor. Bu girişimler, muhalefet dinamikleri arasında yer alan ilerici- sol- yurtsever güçlere, Alevi ve Kürt dinamiklerine yönelik kapsamlı bir ideolojik saldırı yoluyla Ergenekon müdahalesinin tamamlanmak istendiğine işaret etmektedir.

Ergenekon operasyonu, emperyalist mihraklar ve işbirlikçisi AKP- Ordu- Büyük Sermaye mutabakatı tarafından yönetilen bir siyasal müdahaledir, şiddet kullanımı dahil bütün politik araçların bir arada kullanıldığı bir siyasal gericilik sürecinin zeminidir, 12 Eylül'ü tamamlamaya ve geliştirmeye yönelik yeni bir darbe girişiminin yolunu döşemektedir. Devlet ve yargı bürokrasisinin kısmen zoraki mutabakatı , parlamento içi muhalefetin aczi ve yer yer suç ortaklığı ekseninde yol alan gericilik, rejim değişikliği sınırına dayanmak üzeredir.