11 Ekim 2009 Pazar

SİYASAL GÜNDEME DAİR ANALİZLER 7

SİYASAL REJİM KRİZİ:
NEREYE GİDİYORUZ? NE YAPMALI?


Siyasal rejim tartışmalarının hız kesmeden devam etmesi, bir siyasal rejim krizinin orta yerinde bulunduğumuzun en açık göstergesidir ve bu krizin sadece Türkiye ile sınırlı olduğu da söylenemez. Ulus-devletler kadar uluslararası ilişkiler de benzer bir tartışmanın dalgalarıyla yükselip alçalıyor. AB Anayasası ve AB’nin genişlemesi tartışmaları, BOP projesi, G8-G20-Bağlantısız Ülkeler-ALBA zirveleri, son Honduras darbesi, sosyalist sistemin Avrupa’daki çöküntüsü sonrasında bölünen ve yeni oluşan devletler, yeni devletleşme istemleri, kapitalist sistemin genelleşmiş bir siyasal rejim krizi içinde çalkalandığını gösteriyor. Burjuva siyaset teorisinde “devlet yetersizliği”, “haydut devletler”, “siyasetin küreselleşmesi temelinde ulusal egemenliğin sınırlarının sorgulanması”, “medeniyetler çatışması veya uzlaşması” gibi kavramların son yıllarda peşpeşe su yüzüne vurması, burjuva siyaset pratiğinde yerleşik devlet sınırlarını ihlale yönelik tasarıların ve ilhak taleplerinin yüksek sesle dile getirilmesi, bölgesel savaşların ve etnik çatışmaların baş göstermesi gibi gelişmelerin işaret ettiği yöne bakılırsa, siyasal krizin derinliği, yaygınlığı ve kapsamı hakkında bazı ipuçları yakalanabilir. Siyasal krizin arka planında çığ gibi yuvarlanarak gelen devasa bir ekonomik krizin, ekolojik, toplumsal ve kültürel boyutlarla katlanarak kapitalist sistemi sardığı da fark edilirse, yüz yılı aşkın bir süredir tanık olunmamış yepyeni koşullarla yüzyüze olduğumuzu görmemek olanaksız.

Öte yandan siyasal gericiliğin ve karşı-devrim dalgalarının kıyılarımızı dövdüğü bu kriz dönemecinde, işçi sınıfı sosyalizminin “kapitalizmden komünizme geçiş çağı” olarak saptadığı ve geçerliliğini bugün de koruyan analizimizi derinleştirmek, yüzyüze olduğumuz meselelere bakışımızı berraklaştırmak ve siyasal görevlerimizi yeniden tanımlamak zorundayız.

Bilimsel sosyalizmin sağlam tez ve ilkelerine dayanmak ve buradan hareket etmek gibi bir üstünlüğümüz olmakla birlikte, bu tez ve ilkeleri güncel gelişmeler ışığında yeniden ele almak ve geliştirmek gerekiyor. Gidişatın bilimsel kavranışı, siyasal sonuçlar çıkarılması, “Ne yapmalı? Nereden Başlamalı?” meşhur sorularına yeniden yanıtlar aranması için girişilecek kollektif bir çabaya bağlıdır. Bu yazımızla, bu kollektif çabanın ilk zemin taşlarını döşemeye katkı yapmayı deneyeceğiz.

CUMHURİYET Mİ, OSMANLI’YA DÖNÜŞ MÜ?

Pek çoklarına daha 10 yıl önce, bazılarına bugün bile bir fantezi gibi gelen “Cumhuriyet mi? Osmanlı Saltanat Rejimine Dönüş mü?” tartışması hızla sökün eden gerici gelişmeler eşliğinde devam ediyor. Bu satırların kaleme alındığı saatlerde bütün TV kanallarından “Öğretim Birliği” ilkesini ayaklar altına almaya yönelik yeni bir adımın YÖK tarafından atıldığı duyuruluyordu. İmam Hatip Liselerinin tornasından geçirilmiş bir kuşağın devlet bürokrasisi içinde etkili konumlara getirilmesini gözeten bu karar, son haftalarda üniversite öğrencileri tarafından protesto edilen üniversite harçlarına zam yapılması, üniversitelerin piyasa taleplerine tam bağımlı kılınması, genç akademisyenlerin iş güvencesinin kaldırılması kararlarını tamamlıyordu. Cumhuriyet rejiminin Öğretim Birliği dönüşümünü ve 1933 Üniversite Reformu’nu iptal eden hükümetin bu adımlarla siyasal rejimin çözülüşünde yeni bir evreyi tamamladığı açıktır.

Türk burjuvazisi, büyüme sürecinde kaçınılmaz olarak emperyalist sermaye birikimi ile bütünleşme eğilimine girerken, bu eğilimin bir yan ürünü olarak ortalama onar yıllık dönemlere yayılan yeniden yapılanma ve yönelim değişikliği krizleri ile yaşadı. 1999-2001 ekonomik krizi ile tetiklenen ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP’nin işbaşına getirilmesi ile hızlanan son yeniden yapılanma evresinde, daha öncekilerden farklı olarak, olgunlaşan siyasal rejim krizinin çok daha köklü değişikliklere gebe olduğu anlaşılıyor: devlet biçiminin, resmi devlet ideolojisinin, egemen sınıf bileşiminin, devlet sınırlarının, uluslararası sermaye ittifaklarının ve ilişkilerinin uzun olmayan bir tarihsel süreçte topluca değişmesinin eşiğindeyiz. Bu değişim sancısı, türk burjuvazisini ideolojik ve siyasal bir belirsizliğe sürüklüyor ve sarsıyor. Soyut laik-türk-cumhuriyet yurttaşı ortak kimliği yanılsamasının artık birleştiremediği ve özel çıkarlar ile toplumsal çıkarlar arasındaki çelişkiyi perdelemeye yetmediği bugünkü koşullar, türk burjuvazisinin yeni ideolojik ve toplumsal kimlik arayışlarına kaynaklık ediyor.

Bu arayışların içinde en fazla öne çıkanı, “Yeni Osmanlıcılık” olarak tarif edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun restorasyonu tasarısıdır. Büyük Orta-Doğu Birliği’nin hukuksal ve siyasal temelini kurmaya aday, etki alanını Ön-Asya’dan Orta-Doğu’ya, Doğu ve Kuzey-Afrika’ya, Kafkaslar’dan Orta-Asya’ya ve Balkan’lardan Karadeniz çevresine kadar eski Osmanlı egemenlik bölgelerinde kurgulayan bu tasarı, Rusya’nın güneyinde ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin batısında, Avrasya hakimiyeti peşinde savaşlara koşulacak, ABD emperyalizmi yanlısı bir “büyük güç” müsveddesi yaratma yönünde “ilerliyor”. Yeni-Osmanlı’nın hukuksal ve siyasal anayapısı için hilafet-saltanat-çokuluslu federasyon ilkeleri seslendirilirken, laik cumhuriyet, ulus-devlet ve Mustafa Kemal’in tarihsel kimliği bu ilkelerin engeline dönüşüyor; burjuvazi yeni ideolojik ve toplumsal kimlik arayışları içinde redd-i miras koşusuna kalkıyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun restorasyonu, bir emperyalist proje olarak ve dünya paylaşımı mücadelelerinin içinde ABD mihverinde sivriltilmiş tezlerden biridir. ABD emperyalizmi, bu tezin farklı bir seçeneğini de Türkiye Cumhuriyeti’nin AB üyeliği tezgahıyla sıcak tutmaya gayret ediyor. Almanya’nın Doğu Avrupa’ya ve Orta Doğu’ya yayılması eşliğinde, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti sınırlarında yani emperyalist paylaşım mücadelelerinin ön cephesinde, Türk Ordusu ve devletini entegre etmiş bir Avrupa Birliği’nin savaşa hazır bir büyük güç olarak yerleşmesini hedefleyen bu seçenek, Avrupa halklarının emperyalist savaş ve gerici anayasa girişimlerine karşı yükselen direnişi sayesinde şimdilik tıkanmış ve gözden düşmüş gözüküyor.

TÜRK BURJUVAZİSİNİN İDEOLOJİK-SİYASAL KRİZİ

Siyasal rejimin çözülüşü, sivil toplumun üyesi özel ve gerçek çıkarlar peşindeki somut insanlar ile cumhuriyetin siyasal yurttaşları arasındaki ayrışma ve karşıtlık biçiminde dışa vuruyor. Bu ayrışma ve karşıtlık nereden kaynaklanıyor?

Özel mülkiyet temelinde işleyen topluma karşıt olarak genel ortak çıkarları temsil eden devletin sivil toplumdan ayrışmasının, burjuva sivil toplum ile siyasal devlet arasındaki karşıtlığı doğurduğu biliniyor. Sivil toplumun üyesi olan insanlar (burjuvalar, işçiler vs.) ile devletin (cumhuriyetin) üyesi olan yurttaşlar arasındaki ayrışmanın ve karşıtlığın temelinde, özel çıkarlar ile toplumsal ortak çıkarlar arasındaki çelişki yatar. Kapitalist toplumdaki insanların (burjuvalar, küçük burjuvalar, işçiler dahil) kimlikleri burada ayrışır: İnsanların özel çıkarlarının peşindeki gerçek ve somut yaşantılarından ayrı olarak toplumsal özlerinden soyutlanmış ve devletin (cumhuriyetin) üyesi yurttaşlar olarak kimlikleri görünür hale gelir. Siyasal yurttaş, kendi gerçek somut varlığından çok farklı ve ona karşıt bir kimlik edinir. Laiklik, türklük ve cumhuriyet yurttaşlığı toplumsal ortak çıkarların ve ortak kimliğin genel tarifinde somut insanlara karşıt ve onların üzerinde bir kimliğin soyut tanımına dayanır. Ne var ki bu soyut laik-türk-cumhuriyet yurttaşı tanımına dayandırılmak istenen ortak kimlik, en azından (kürt meselesi dışında) teorik olarak bir eşitliği öngörmekle birlikte, özel mülkiyet temelinde işleyen toplumun sınıfsal ayrışması içinde farklı hayatlar yaşayan somut insanların (işçilerin ve burjuvaların, yoksulların ve zenginlerin, kürtlerin ve türklerin vs.) özel çıkarları ile toplumsal ortak çıkarları arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi gidermeye ve aşmaya yetmez.

12 Eylül faşizminin Türk-İslam Sentezi öğretisini “resmi atatürkçülük” olarak dayatması, burjuvazinin ideolojik krizini çözemedi, tersine derinleştirdi. 1990’lardan 2000’lere uzanan 28 Şubat darbe düşüğü ile de aşılamayan ideolojik bunalım, 2001 ekonomik krizi sonrasında AKP hükümetinin işbaşına gelmesiyle ve Kürt Sorununda yaşanan kilitlenmeyle birlikte, emperyalizme tam boy teslimiyetin meşrulaştırılması yönünde gelişti. Yabancı sermayenin denetimine geçen bankacılık sektörünün, özelleştirilen kamu işletmelerinin ve çökertilen tarımsal üretimin, ABD’nin emireri generallerin mutlak egemenliği altına alınmış ordunun tamamen emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırıldığı, medya ve büyük sermaye tekellerinin TÜSİAD mihverinden MÜSİAD mihverine kaydığı nesnel koşullar temelinde, ülkenin belli başlı bütün siyasal ve ideolojik meseleleri emperyalist merkezler tarafından yönetilir ve yönlendirilir hale geldi. Kemalizmi, laikliği, Mustafa Kemal’in tarihsel kişiliğini, yurtseverliği, bağımsızlığı, “yurtta sulh cihanda sulh ilkesini”, ekonomik ve toplumsal hayatta devletçiliği, cumhuriyeti, kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını modası geçmiş kavramlar olarak suçlayan, hatta siyasi yargılamaların hedefi ilan eden, buna karşılık emperyalizme bağımlılığı, özelleştirmeleri, ekonomik ve sosyal liberalizmi, padişahçılığı, Osmanlı restorasyonunu, hilafeti, Barzaniciliği yücelten ideolojik ve siyasal reçeteler havada uçuşuyor.

KİMLİK TARTIŞMALARI NE ANLAMA GELİYOR?

Güncel laiklik ve kürt sorunu tartışmalarında karşıt müslüman ve cumhuriyet yurttaşı kimlikleri arasındaki çatışma ya da türk ve kürt kimlikleri arasındaki gerilim, burjuvazinin ideolojik bunalımının göstergeleri olarak anlam kazanıyor.

Türk burjuvazisinin ortak bir ideoloji etrafında toplumsal çıkarları ifade etme arayışına çözüm olarak önerilen yeni islamcı ve küreselleşmeci liberalizm bulamacı tezler, türk burjuvazisinin ideolojik bunalımına çare üretebilir mi? Amerikancı modern şeriat özlemleri (kibarca “ılımlı İslam” denilen reçete) ve ulus-devleti aşacak federasyon projeleri, türk burjuvazisinin coğrafyamızdaki egemenliğini yeniden üretmeye ve devam ettirmeye hizmet edebilir mi? Müslüman kimliği, çokkültürlülük, küresel vatandaşlık ve kürt kimliği üzerine önerilerin, özel mülkiyet temeli üzerinde işleyen sivil toplumdaki özel çıkarlar ile devletteki toplumsal ortak çıkarlar arasındaki çelişkinin çözümünü üretmesi mümkün mü?

Kapitalist toplumun sınıfsal ayrışması içinde sivil toplumdaki özel çıkarlar ile devletteki toplumsal ortak çıkarlar arasındaki çelişkinin bir çözümü yoktur. Bu olanaksızlığı, farklı hayatlar yaşayan somut insanların (işçilerin ve burjuvaların, yoksulların ve zenginlerin, kürtlerin ve türklerin vs.) özel çıkarları ile toplumsal ortak çıkarları arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi gidermeye ve aşmaya laik-ulusal-cumhuriyet yurttaşlığının yetmediği Marx’tan bu yana biliniyor. Sivil toplumun ve devletin temeli özel mülkiyet olarak kaldığı sürece, bu olanaksızlığı daha geri ve kağıt üstünde bile olsa eşitliği tanımayan çözüm önerileriyle aşma çabası “olmayacak duaya amin” demektir.(1)

Müslüman kimliği, çokkültürlülük, küresel vatandaşlık ve kürt kimliği önerilerini bu çerçevede ayrı ayrı inceleyelim ve laik-ulusal-cumhuriyet yurttaşlığı ile karşılaştıralım.

Karşılaştırma ilk elde şunu açıkça gösteriyor: Laiklik ve cumhuriyet yurttaşlığı toplumsal ortak çıkarların genel tarifinde en azından teorik olarak bir eşitlik öngörüyor; sınıfsal ve toplumsal konumu, gelir düzeyi, hayat ve geçinme tarzı ne olursa olsun, kağıt üstünde ve varsayım olarak bütün devlet (cumhuriyet) üyesi yurttaşlar aynı tek ve ortak ilke üzerinden tanımlanıyor, eşitleniyor, aynı hak ve hürriyetlere sahip olarak ilan ediliyor. Ne var ki toplumun temeli özel mülkiyet ilkesine dayandığı sürece, devletteki toplumsal hak ve çıkarların tarifinde kağıt üstünde yazılı olan bu ilke, teori sınırında kalacak ve hayata geçmeyecektir.(2) Böyle olduğu içindir ki, sivil toplumun ve devletin temeli özel mülkiyet olarak kaldığı sürece, burjuva cumhuriyeti, somut işçi ile somut burjuvayı soyut bir yurttaşlık ilkesi etrafında asla birleştiremeyecek, sivil toplumda ve devlette sınıf karşıtlığını örten ideolojik meşruluk perdesi daima iç çatışma ve gerilimle siyasal krizlere kaynaklık edecektir.

MÜSLÜMAN KİMLİĞİ YAPIŞTIRIR MI BÖLER Mİ?

Müslüman kimliğinin toplumsal ortak çıkarların temsilinde daha geri bir kavram olarak daha da yetersiz meşruiyet ürettiği ilk bakışta varsayılabilir. Müslümanlar (ya da İslamcılar) toplumsal ortak çıkarların genel tarifinde soyut ve kağıt üstündeki eşitliği bile reddederek cumhuriyet yurttaşlığı ile ters düşüyor, genel ortak çıkarların temsilini “müslüman ümmeti” ile sınırlıyor. Herkesin müslüman olduğu bir toplumda elbette ümmet üyeliği ile cumhuriyet üyeliği eşitlenmiş gibi düşünülebilir ve toplumsal ortak çıkarların soyut temsilci kimliği islamcılara atfedilebilir, ancak müslüman kimliği birkaç bakımdan cumhuriyet yurttaşlığı ile kıyaslanamayacak kadar gerici, bölücü ve yetersiz bir kavramdır: Birincisi müslüman olmayanları dışlayıcıdır, hatta müslümanlığın şu veya bu mezhebini, eğilimini, akımını hatta dindarlığın farklı derecelerini dışlayıcıdır, onları toplumsal ortak çıkar tarifinin dışına iter, dinsel inancın iktidar alanını hatta bunun belirli bir biçimini bir baskı ve egemenlik aracı olarak kullanır, zulüm ve imha vesilesi sayma sınırlarına kadar genişletir; ikincisi müslüman olup mevcut devletin üyesi olmayanları (başka müslüman halkları) kapsayıcıdır dolayısıyla ortak pazara egemen devlet üyeliğinin sınırlarını belirsizleştirir, pazar birliği temelinde toplumsal ortak çıkarların tarifini belirsizleştirir; üçüncüsü cumhuriyet yurttaşlığı kimliğinde temsil edilen ve devlet üyesi herkesin dini, dili, toplumsal sınıfı ve statüsü ne olursa olsun en azından teorik olarak ve kağıt üstünde eşitliğini kabul eden anlayışı reddeder. Bütün bu nedenlerle cumhuriyet yurttaşlığı en azından kağıt üstünde, toplumsal ortak çıkarları ifade ihtiyacını karşılar, oysa müslüman toplumsal kimliği toplumsal ortak çıkarları ifade ihtiyacını karşılamaktan kağıt üstünde bile geri kalır, en iyi ihtimalle özel ve somut çıkarlar peşindeki sivil toplumsal alt grupların (3) çıkarlarının yanıtı olabilir.

Bütün bunların sonucunda ne olması beklenebilir? Müslüman ortak kimliği etrafında bir siyasal toplum (devlet) ideolojisi kurgulayanlar(4) bugünkü devletin (cumhuriyetin) yurttaşlarını din ve mezhep kavgaları ve dindarlığın farklı dereceleri üzerinden birbiriyle boğaz boğaza getirmek, dinsel baskı ve zorlamayı topluma dayatmak, ulus-devlet sınırlarının dokunulmazlığını ve ulusal pazar üzerindeki egemenliğini sorgulatmak, ilhak ve istila taleplerine dayanan yeni bir bölgesel savaşlar dönemini meşrulaştırmak ve nihayet büyüme genişleme hayalleri peşinde çözülme ve dağılma risklerini göğüslemek zorunda kalacaktır.

Bu risklere karşı, yeni resmi ideoloji yapıcıları kerameti kendinden menkul tuhaf bir sigorta öneriyorlar: çokkültürlülük ve medeniyetler uzlaşması! Marksizmin insanlık tarihini sınıf mücadeleleri tarihi olarak açıklayan yaklaşımına karşılık olarak, burjuva sosyolojisinin insanlık tarihini yerel ve birbirinden ayrı kültür ve uygarlıkların tarihi olarak açıklayan yaklaşımının bir uzantısı olan çokkültürlülük ve medeniyetler çatışması/uzlaşması tezleri, tarihsel ve toplumsal ilerlemenin maddi temellerini ve sınıfsal köklerini perdelemeyi amaçlayan burjuva teorilerine dayanıyor.

Tekkültürlülük, etnik homojenlik, ulusal asimilasyon ve laiklik gibi ilkelere dayanan üniter ulus-devlet tezlerinin antitezi olarak sunulan çokkültürlülük, “medeniyetler çatışması” tezlerinin antitezi olarak sivrilen “medeniyetler uzlaşması”, birarada ideolojik ve siyasal bir kolaj oluşturmayı üstleniyor. “Müslüman kimliği” üst tanımının birleştirmekten çok parçalanma, çatışma ve dağılma yaratıcı olası etkilerine karşı dinamikleri güya harekete geçirecek, ulusüstü bölgesel dünya pazarlarına egemenlik temelinde çokuluslu federasyon devletleri oluşturma ve bunları emperyalizmin hiyerarşik sistemi içinde birbirine yapıştırma işlevlerine hizmet edecek ideolojik kavramlar ve tarih tezleri geç-burjuva düşünce dünyasına ve siyaset teorisine egemen oluyor, oradan “Avrupa bilim ve düşünce dünyasının sözümona en yeni ve ışıltılı sözünün gözlerini kamaştırmasına izin vererek, bu ışıltının arkasında burjuvaziye, onun önyargılarına ve burjuva gerici düşüncelere yaltaklanmanın şu ya da bu çeşitlemesini görememiş ve moda olan her gerici düşünce akımının peşine düşmüş”(5) sınıf gözlüğünü çıkarmaya veya takmamaya eğilimli küçük burjuva sosyalizmine de sirayet ediyor. Böylece, dinsel baskı, gericileşme, din-temelli çatışma ve savaşlardan himaye ihtiyacı, dinlerin hiyerarşik otorite ve önderlerinin uzlaşma ve anlaşma kudretine, tolerans ve sabır düzeylerine emanet ediliyor.

Kağıt üzerinde de olsa eşit yurttaşlar olarak kaderleri hakkında teorik olarak söz sahibi olabildiği “cumhuriyet” rejiminden farklı olarak, halkların artık papa, patrik, halife gibi dinsel önderlerin buyruğuna girdiği, onları koyun gibi izlediği, çatışma ve uzlaşma kararlarının meşruiyetinin dinsel önderliklerin ve hiyerarşilerin fetva ve yaklaşımlarına göre yargılandığı bu yeni dünya düzeni tasavvuru, somut insanların, işçilerin, sınıf bilincinden arındırıldığı ve ideolojik esaret altına alındığı bir geleceği vaat ediyor. Çokkültürlülük ve medeniyetler uzlaşması işte böyle parçalı kırıklı bir dünyanın ve hayatın meşrulaştırılmasının teorisidir.

Lenin, sınıflı toplumlarda, her ulusal kültürde iki kültürün bulunduğundan sözetmiştir: egemen sınıfın kültürü ve ezilen sınıfın kültürü. Çokkültürlülük tezleri ise toplumsal kültürün sınıfsal temellerine dair bu yanını görmez, bu haliyle içeriği bakımından burjuvaziye hizmet eder.

OKULLARDA KRİZ VE TESETTÜR GERİLİMİ

Çokkültürlülük başlığı altında yürütülen tartışmaların alt başlıkları arasında kimileri, ideolojik ve siyasal krizin tezahürleri olarak siyasal gündemi işgal eden gerilim başlıklarını oluşturuyor. Bunlardan ikisine, tesettür giyimi ve öğretim birliğinin parçalanması sorunlarına daha yakından bakılmalı.

Tesettür giyiminin özel ve kamusal yaşamda uygulanabilme olanağı üzerinde yürütülen siyasal tartışma, her şeyden önce salt kültürel bir meseleye ya da salt dinsel bir kuralın yerine getirilmesi istemine ilişkin bir tartışma değildir. Burjuva devleti çerçevesinde özel giyim tarzını talep eden özel çıkarlar ile kamusal yaşamın gerektirdiği kamusal giyim tarzı dayatmaları arasındaki çatışma çözümlenemez. Müslüman kadınların, özel dini inanışları nedeniyle tesettür kılığı taşıyabilme ‘özgürlüğü ve hakkı’ tartışması, kapitalist toplumda özel yaşam ile kamusal yaşam arasındaki karşıtlıktan kaynaklanıyor. Bu karşıtlık ancak gerçek bir demokraside, sosyalist bir cumhuriyette ortadan kaldırılabilir, böylelikle özel çıkarların (dini inanışların gerektirdiği gibi giyinebilme talebinin) ve kamusal çıkarların (kamusal yaşamın gerektirdiği giyim kurallarının) arasındaki çelişki çözümlenebilir. Bu çözüm, sosyalist cumhuriyette, dini inanışların gerektirdiği özel giyim tarzının bir siyasal-toplumsal kimlik talebi olmaktan çıkarılmasıyla sağlanabilir.

Tesettür giyimi dayatmasının (tıpkı cumhuriyet devrimi yasalarındaki giyim tarzını düzenleyen hükümler gibi) siyasal ve toplumsal bir simgeselliği olduğu, toplumun ilerleme ve gericilik eğilimlerine denk düştüğü unutulmamalıdır. Erzurum, Menemen, İskilip, Rize, Sakarya, Konya gibi illerde Ulusal Kurtuluş Savaşı’na karşı gerici ve karşı-devrimci ayaklanma çıkaranların, bugün de giyim tarzlarıyla toplumsal hayat tarzlarıyla, politik eğilimleriyle coğrafyamızın gericilik lekeleri olmaya devam etmeleri tesadüf değildir. Elbette giyim tarzı olarak tesettür, bugün bir kültür veya moda eğiliminin ifadesi olmaktan çok toplumsal yaşamın gericileştirilmesini, kadınların köleleştirilmesini amaçlayan bir siyasal iradenin ifadesidir, simgesidir. Saltanat özlemi içeren bayraklar taşıyan otomobiller, tarikat üyeliğini belli eden farklı renk ve biçimlerde tesettür üniformaları, resmi burjuva ideolojisindeki yarılmanın göstergeleridir.

Erken Cumhuriyet döneminin laiklik ilkesi temelinde genç kuşakları yetiştirme anlayışının ürünü olan Öğretim Birliği ve Üniversite Reformlarının da bugün tahrip edilmesi ve dinsel ağırlıklı eğitimden geçirilmiş kuşakların devleti ve bürokrasiyi işgal etme sürecinin tamamlanmak üzere olması, eğitim-öğretim alanında benzer bir ideolojik yarılmayı gösteriyor. Resmi burjuva ideolojisinin krizinin son evresine girdiğimizi kanıtlıyor.

KÜRT SORUNU VE KÜRT KİMLİĞİNİN TANINMASI TALEBİ

Laik cumhuriyetçi burjuva ideolojisinin (Kemalizmin) krizine karşı önerilen seçeneklerden biri de “kürt kimliğinin tanınması” talebidir. Burjuvazinin egemenliğinin korunması ve devam ettirilmesi için ihtiyaç duyulan birleştirici ilkenin Müslümanlık zemininde tarifi çabası, bu tarifin unsurları olarak etnik ve dinsel topluluk tabanlı ideolojilerin toplumsal ortak çıkarları tanımlayıcı bir ideolojik sentezin unsuru olarak öne sürülmesini de kapsıyor. Dinsel akım ve tarikatların (Sünni ideolojinin farklı varyantlarının, Aleviliğin, Hıristiyanlığın, Museviliğin) Kemalizmin yerine yeni resmi iktidar ideolojisinin kurgulanmasına katılması yanında, Kürt etnik-kültürel kimliğinin de özerk bir ideolojik unsur olarak ele alınması ihtiyacı bununla ilişkilidir. Kürt etnik-kültürel kimliğinin tanınması, Kürt sorununun yarattığı siyasal çatışmayı da aşabilmek amacına hizmet edecek biçimde düşünülmektedir. AKP’nin, liberal-sol çevrelerin üzerinde birleştiği bu tez, Kürt ulusal-demokratik hareketinin anti-emperyalist doğrultuyu terk etme ve Kürt sorununda emperyalist bir çözüme yanaşma eğilimine de hitab etmektedir.

Kürt kimliği, toplumsal ortak çıkarların tarifinde bireysel eşitliği reddeder, bu yönüyle cumhuriyet yurttaşlığı kavramına göre teorik olarak gericidir. Ancak Kürt halkının kolektif toplumsal çıkarlarının, kendi geleceğini belirleme hakkının, kolektif toplumsal eşitliğinin bir ifadesi olduğu ölçüde ve derecede, bir geçiş dönemi boyunca, toplumsal ortak çıkarların ifadesi ve temsili için tarihsel olarak geçici bir rol oynayabilir. Bu tartışmada püf noktası, toplumsal ilişkilerin temelinde özel mülkiyet ilkesi yürürlükte olduğu sürece, kürt kimliğinin tanınmasına yönelik adımların (anadilde öğretim hakkı, ulusal-kültürel özerklik vs.) ne anlama geleceğidir. Marksist yaklaşım, feodal ve/veya burjuva özel mülkiyet ilişkilerinin egemenliği koşullarında, Kürt kimliğinin etnik ve kültürel özerkliğinin toplumsal genel çıkarların ifadesine ve temsiline kapı aralamak şöyle dursun, eşitlik ve ortak çıkarlara ters düşeceğini, bu yanıyla bölücü ve parçalayıcı olacağını söyler. Bunun anlamı, işçi sınıfı hareketinin, sendikaların, işçi sınıfı partisinin etnik çizgilerde bölünmesidir. Lenin bu nedenle ulusal-kültürel özerklik taleplerine dayanan siyasal eğilimlerin gerici ve bölücü niteliğine işaret ederek bu yaklaşıma itiraz etmiş, bunun yerine halkların eşitliğini ve özgürlüğünü talep eden “ulusların kendi geleceğini belirleme hakkını” savunmuş ve bu tezini sosyalist devrim hedefinin bir parçası olarak ele almıştır. Şu halde, Kürt kimliğinin tanınması talebi, ancak tutarlı bir demokratik halk cumhuriyetinin kurulması ve özel mülkiyetin toplumun temeli olmaktan çıkarılması koşullarında gerçekten hayata geçirilebilir. Bu kesintisiz bir devrim sürecinde kapitalizmden sosyalizme geçişten başka bir şey değildir. Kürt kimliği ancak sosyalizm koşullarında, Kürt halkının kolektif toplumsal çıkarlarının ve toplumsal eşitliğinin bir ifadesi olduğu ölçüde gerçekten hayata geçebilir. Demek oluyor ki Kürt kimliğinin tanınması talebi, yürürlükte olan burjuva toplumunda burjuva ideolojisinin krizine bir çözüm üretemez, toplumu birleştirici ve toplumsal genel çıkarları ifade edici bir rol oynayamaz.

KÜRESEL KİMLİK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK SEÇENEĞİ

Toplumsal genel çıkarları temsil edecek birleştirici bir ilkenin özel mülkiyet temelinde kurgulanmasının ve hayata geçirilmesinin olanaksızlığı, burjuva ideologlarının ileri sürdüğü milliyetçi-asimilasyoncu, etnik ve dinsel tabanlı tezlerin çözümsüzlüğü, başka seçeneklerin gerekliliğini davet eder. Sosyalist sistemin dağılması sonrasında, geç-burjuva düşüncesinde yükselen son tez, mikromilliyetçi ve dinsel cemaatçi temeller üzerinde kurgulanan “küresel kimlik” arayışlarında ifade edilmektedir. Maddi temelini sermayenin küreselleşmesinin oluşturduğu emperyalist siyasal blokların (AB, NAFTA, BDT) hükümranlığında yeni bir kapitalist uluslararası mimarinin çıkarlarına denk düşen “medeniyetler uzlaşması” ve “çokkültürlülük” söylemleri, bu doğrultuda “küresel yurttaşlık”, “Avrupalılık”, “Avrasyacılık”, “yeni-Osmanlıcılık” gibi kozmopolit ideolojik kurguları üretiyor. Bir tür sermaye enternasyonalizmine denk düşen bu tezler, etnik ve dinsel çatışmalara çözüm üretilmesine, örneğin Kürt sorununun açtığı yaralara merhem olabilir mi?

Cevap olumsuzdur! Sermayenin işçi sınıfı enternasyonalizmine benzer bir “küresel birlik” ve “evrensel barış” ideolojisi salgılayabileceği varsayımına dayanan bu yaklaşımlar, kocaman bir yanılsamadır!

Emperyalizmin toplumsal temeli özel mülkiyet ilkesi olmaya devam etmektedir. Özel mülkiyet ilkesi yürürlükte olduğu sürece pan-Avrupa, pan-Amerikan veya pan-Avrasyacı veya neo-Osmanlıcı birleşmeler, mikro-etnik veya dinsel-cemaatçi temellerde güçsüzleştirilmiş ve zayıflatılmış ezilen dünya halklarının üzerinde emperyalist ulusların sömürgeci egemenliğini kurmaktan başka amaca hizmet etmez. Ulus-üstü kimlik kurguları veya çokkültürlülük söylemleri, bu egemenliği örten birer perdeden başka bir şey değildir. Ulusların eşitliğini ve özgürlüğünü garantileyecek ve halkların kardeşçe birliğini sağlayacak yegane zemin işçi sınıfı enternasyonalizmidir. Sermayenin küresel-kozmopolit ideolojilerinden evrensel birlik ve barış düşleri devşirmek olanaksızdır.

SİYASAL REJİM VE DEVLETİN ÖZÜ

Bu sözümona “yeni” teoriler, insanlığı geriye, kapitalizmin şafağı aydınlanma öncesi karanlık ve eski çağların hayat ve düşünce biçimlerine çekiyor. Marx’a göre, somut gerçek insan kimliği ile soyut yurttaş kimliği arasındaki ayrışma ve karşıtlık, sivil toplumdaki burjuva ve işçi ile siyasal devlet üyeliği arasındaki ayrışma görünümüne, yeryüzündeki gerçek somut insan ilişkileri ile “gökyüzü”ndeki dinsel soyut ilahi yaşantılar arasındaki ayrışma ve karşıtlık görünümüne bürünüyordu. İnsanın dinsel düzlemde gökyüzünde hayali ve aldatıcı bir yaşam sürmesi, soyut insanın yurttaş olarak devlet bünyesinde benzer bir yaşam sürmesine denk düşüyordu. Dinsel gökyüzü öyküleri, mitolojiler, devlet bünyesindeki siyasal yaşantılara denk düşüyordu(6).

Sınıflı toplumlarda devlet kurumlarının kamu çıkarlarını aldatıcı biçimde simgelemesine dikkat çeken Marx’a göre, farklı siyasal rejimlere sahip devletlerde sivil toplumdan ayrı kurumların (okullar, belediye, hastaneler, yol hizmetleri, elektrik şebekesi, su şebekesi, mahkemeler, polis, ordu vs.) varlığı, burjuva (sivil) toplumun karşısında ve üzerinde genel çıkarları (eğitim, yerel yönetim hizmetleri, sağlık, konut ve işyerlerine elektrik ve su temini, adalet, güvenlik vs.) temsil ediyor gözükmek gibi ortak bir özelliğe sahiptir, ancak bu ortak toplumsal çıkarları (genel çıkarları) temsil etme özelliği aldatıcı ve biçimseldir. Marx “Hegel’in hukuk felsefesinde olduğu gibi çağdaş devletlerde de … kamu işleri ancak biçimsel bir yarar taşıyor, … yalnızca biçimsel olan bir kamu işi oluşturuyor” derken bu gerçeği vurguluyordu. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve burjuva sivil toplum alanına devri, devletin bu aldatıcı ve biçimsel yükümlülüklerinden bile sıyrılması ve çıplak baskı aygıtına dönüşmesi anlamında gerici bir eğilimi gösteriyor. Geç-kapitalist toplumda devlet feodal otokratik biçimlerine rücu ediyor. Genel toplumsal çıkarları kağıt üstünde ve biçimsel aldatıcı bir tarzda bile olsa temsil etme biçiminde yükselen anayasal cumhuriyet rejimlerinin tasfiyesi, aynı eğilimin bir başka görünümü olarak dikkat çekiyor.

Devletin özünü, onun dayandığı mülkiyet ilişkileri temeli ve bu temele dayanan sınıf egemenliği oluşturuyor. Devletin anayapısı, yani siyasal rejimi ise (parlamenter demokrasi, anayasal cumhuriyet, anayasal meşruti monarşi, monarşik otokrasi, oligarşik diktatörlük, askeri diktatörlük vs.) devletin yalnızca dış biçimini oluşturuyor. Özel mülkiyete dayanan toplumsal ilişkiler temeli üzerinde birbirinden çok farklı devlet biçimleri kurulabilir. Örneğin cumhuriyetçi ABD, Türkiye, Fransa; askeri faşist diktatörlük olk Şili, İspanya; meşruti monarşi olarak İngiltere, Holanda, İsveç; otokratik monarşi olarak Prusya, Rus Çarlığı, Osmanlı; oligarşik diktatörlük olarak Batista Küba’sı vs. birbirinden çok farklı siyasal rejimlere (anayapılara, devlet biçimlerine) sahiptir, ama hepsinin özünde ve temelinde özel mülkiyet ilişkileri yatar. Hegel ise çağının devlet yapısını (siyasal rejimlerini) “halkın tümünün yaşamını kendi içinde toplayan somut evrenselliği ile değil siyasal devlet olarak soyut evrenselliği ile inceliyordu, bu nedenle yanlış olarak devleti devlet biçimine (siyasal rejimine) indirgiyordu, oysa siyasal rejim devletin özünü değil yalnızca dış biçimini oluşturuyordu.”(7)

Halk egemenliği ve demokrasi açısından Marx’ın siyasal rejim eleştirisine yaklaşımı farklıdır. Çağının siyasal rejimlerinin eleştirisine girişirken Marx devletin özünde yatan mülkiyet ilişkilerine dikkat çekiyor, özel mülkiyet temelinden kaynaklanan toplumsal sorunların önemine işaret ediyor, bu yanıyla kendini Hegel’ci eleştiriden ve liberal anayasacı eleştiriden ayırıyor, Moses Hess gibilerinin eleştirilerinden esinleniyor. Moses Hess, birey özgürlüğünü ve özel mülkiyet ilişkilerini güvenceye alma peşindeki anayasal devlet biçimlerinin bu niteliğiyle bireylerin soyut genel çıkarlarının temsilci olma ihtiyacını karşılamak isterken somut bireylerin karşısında ve üzerinde yer aldığını, böylelikle yöneten ve yönetilen ayrımını (üsttekiler ve alttakiler ayrımını) siyasal düzlemde ürettiğini, anayasal söylemde halk (ulus) egemenliğinden dem vururken, hükümranlığı halka vermesi gerekirken, bunu sözde bıraktığını sergiliyor. Moses Hess’e göre “Tüm halkın elinde olması gereken yasa koymak hakkı, halkın yalnızca güç ve kurnazlıkla iktidarı eline geçirmesini bilen bölümü tarafından kullanılıyor.” Hess’in açıklamasına göre, ABD’de ve Fransa’da varolduğu biçimiyle anayasal rejim, teokratik, klerokratik, despotik feodal rejimlere göre bir ilerlemeyi temsil ediyor, ancak özel mülkiyet temeline dayanan egemenlik ve bağımlılık ilişkileri devam ettiği için, bu ilerleme özde değil biçimdedir, pek fazla önem taşımaz. Marx’a göre de, özel mülkiyet devletin temeli ve özü olmaya devam ettiği sürece, anayasal devlet (hukuk devleti, cumhuriyet vs.) halkın gerçek genel ve ortak çıkarları olarak devlet çıkarlarının “ancak biçimsel bir tarzda” varolduğu bir devlettir. Anayasal hukuk devletinde (cumhuriyet rejiminde) bile yöneten ve yönetilen ayrımının, “başlar ve ayaklar” ayrımının devam etmesinin kaynağında, bu devlet biçiminin özünde ve temelinde yatan özel mülkiyetin dokunulmazlığının devamlılığı yatar(8).

GERİCİ TEHDİDE KARŞI CUMHURİYETE SAHİP ÇIKMALI MI?

Devletin monarşist veya cumhuriyetçi biçimleri arasındaki farkın önemi Marx’tan bu yana ilerici ve sol düşüncenin gündemini işgal etmiştir. Monarşist, anayasal-monarşist, cumhuriyetçi farklı siyasal devlet biçimleri, kapitalist özel mülkiyetin bekası çerçevesinde kaldıkları için, sadece sınırlı-biçimsel-göstermelik bir ilerlemeyi temsil ediyor. Marx devletin monarşist ve cumhuriyetçi biçimleri arasındaki farkı saptıyor ama hemen arkasından burjuva cumhuriyetini biçimsel ve özel mülkiyet düzeninin sınırları içinde kalan bir ilerlemeyi temsil etmekle suçluyor. A.Cornu bunu şöyle anlatıyor: “… siyasal devlet, bütün biçimleriyle, gerçek yaşamını toplumda sürdüren insana yabancı bir örgüt oluşturuyordu. Bu ikiliği, devlet ile toplum arasındaki bu ayrılığı ortadan kaldırmak için, devletin biçimini siyasal reformlar yoluyla değiştirmek, mutlak krallığın yerine anayasal krallığı ya da anayasal krallığın yerine cumhuriyeti geçirmek yetmiyordu, çünkü bu farklı biçimler arasındaki savaşım, topluma karşıt bir nitelik taşıyan devletin çerçevesindeki bir savaşım olarak kalıyordu.” Cornu Marx’a atfen açıklamayı sürdürüyor: “Bütün siyasal devlet biçimleri için bu böyleydi. Anayasal krallık, yabancılaşmanın eksiksiz biçimini oluşturan mutlak krallığa göre bir ilerleme göstermekle birlikte, insanı yabancılaşmadan kurtarmıyordu. Halkın istencini dile getirdiği için krallığa göre bir ilerleme oluşturan cumhuriyet bile, bu işi ancak özel çıkarlardan ayrı, genel bir çıkarın imgesel alanıyla sınırlı bir siyasal biçim altında, biçimsel bir tarzda yapıyordu.” Marx aynı konuyu şu sözlerle tarif ediyor: “Krallık ile cumhuriyet arasındaki savaşım da henüz soyut devlet içerisindeki bir savaşım olarak kalıyordu.”

Demokrasi mücadelesinin ve cumhuriyet talebinin önemi ve sınırlılığı bir arada ele alınmalıdır. Cornu, Marx’a atfen “Siyasal devlet halk istenç ve hükümranlığını gerçekten dışavurmadığı için, kaçınılmaz olarak anti-demokratik bir nitelik taşıyor ve gerçekte halkı bağımlılık içinde tutmaktan başka bir işe yaramıyordu” derken en demokratik burjuva devletinin bile kaçınılmaz olarak anti-demokratik olduğu Marksist tezini dile getiriyor. En demokratik burjuva cumhuriyeti bile halkı bağımlı ve boyun eğmiş biçimde tutmaktan başka işe yaramaz. Demokrasi mücadelesinin ve cumhuriyet talebinin önemi, ufak darbelemelerle devletten tuğlalar sökmekle sınırlı olduğu bilinerek anlaşılabilir. Demokrasi ve cumhuriyet talebine sahip çıkmak, devleti (siyasal rejimi), mevcut demokrasiyi ve cumhuriyeti aşma hedefini gözetmediği sürece, devlet içerisindeki bir mücadele olarak kalmaya, özel mülkiyet egemenliğine halkı boyun eğdirmeye hizmet eder. Cornu açıklamaya devam ediyor: “Devlet ile toplum arasındaki, özel yaşam ile kamusal yaşam arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırma olanağını yalnızca ‘gerçek’ demokrasi, yani yalnızca biçimsel olmayan, ama gerçek bir nitelik taşıyan demokrasi sağlıyordu.” Marksizm bu sorunun çözümünü, sonraki onyıllarda, teoride “proletarya diktatörlüğü” kavramıyla, pratikte Paris Komünü ve Sovyet İktidarı girişimlerinde bulmuştur.(9)

İŞÇİ SINIFININ İDEOLOJİK BAĞIMSIZLIĞI VE MÜSLÜMAN KİMLİK

Somut gerçek çıkarlarının peşindeki işçiler, kolektif işçi kimliğiyle, giderek sınıf bilinçli işçi kimliğiyle işçi sınıfı olarak davranmaya olan nesnel eğilimiyle, soyut ve genel çıkarları temsil edebilir mi? Bu temsilin koşulu, işçilerin somut işçi olarak varolma koşullarından sıyrılmaları, kolektif işçi, giderek işçi sınıfı kimliğiyle tavır almaları ve eyleme geçmeleri, işçi-yurttaşlar olarak politik kimlik kazanmalarıdır; işçiler, kendi gerçek somut varlıklarından farklı ve ona karşıt bir niteliği kazanarak, yeryüzünden gökyüzüne yükselerek bunu yapabilir. Marx’a göre işçiler için “yaşantılarının çeşitli uğraklarından gerçekleştirilmesi en güç olan uğrağı, siyasal devlet uğrağı… oluşturuyor.” Siyasal düzlem, “… kolektif bir nitelik, genel bir nitelik taşıyan tek alanı oluşturuyor.” İşçiler için siyasal alan yeryüzündeki yaşantılarının “dinini, kendi evrenselliğinin gökyüzünü oluşturuyor.” Siyasal islamın burada “müslüman” kimliğiyle devreye girmesi, bu genelleşmiş çıkarların temsili ihtiyacına denk düşüyor, bu ihtiyacı çarpıtılmış, saptırılmış ve gerçekten “dinsel” bir ifadeye büründüren bir ideolojik müdahale biçimi kazanıyor, bu haliyle kollektif işçinin sınıf bilincine ve sınıf kimliğine yönelmesi sürecini baltalıyor. Nasyonal sosyalist işçi hareketi, liberal veya reformist işçi siyasetleri, yahudi veya hıristiyan işçi hareketleri gibi müslüman işçi hareketi de (10), işçilerin kendi evrenselliğinin gökyüzünü kurma yönelişine bir ideolojik müdahale özelliği taşıyor. Bu nedenle, işçi sınıfı hareketinin inşası için mücadele, liberal-reformist-nazi-hıristiyan-yahudi-müslüman vs. çarpıtılmış ve saptırılmış işçi siyasetlerinin teşhirini ve aşılmasını gerektiriyor. Bu teşhir ve aşma çabası, bu saptırılmış işçi siyasetlerinin, işçilerin kendi gökyüzünü kurma ihtiyacının bir ifadesi olduklarının farkında olmayı da gerektiriyor. Marx burada, hepsi de özel mülkiyetin savunuculuğuna, mazur ve meşru gösterilmesine dayanan Hegel’ci akımın, burjuva liberalizminin (ve daha sonra ortaya çıkan diğer akımların) karşısına hem siyasal (soyut) düzlemde hem de toplumsal (gerçek) düzlemde işçilerin iradesini ve hükümranlığını dışa vuran özel mülkiyetin reddini ve sosyalizmi savunan kendi demokrasi anlayışını çıkarıyor. Marx’ın anlayışına bağlı kalırsak, siyasal düzlemde iki hükümranlık anlayışı söz konusu olabilir: egemen sınıfın temsilcilerinin (kralın, padişahın, askeri diktatörün veya burjuva politik aktörlerin) hükümranlığı veya halkın (işçi sınıfının ve müttefiklerinin) hükümranlığı… Siyasal düzlemde saptırılmış ifade biçimlerine bürünmüş liberal-reformist-nazi-hıristiyan-yahudi-müslüman vs. bütün “işçi siyasetleri” egemen sınıf temsilcilerinin hükümranlığı koşuluna bağlıdır.

SONSÖZ YERİNE

Türk burjuvazisi, siyasal ve ekonomik bir krizin yanı sıra tarihinde ilk defa olmak üzere ideolojik bir krizin içine sürüklenmektedir. Bu kapsamlı kriz, kapitalist sistemin uluslararası düzeyde aynı derecede çok yanlı ve kapsamlı kriziyle de üst üste gelmektedir. “Medeniyetler uzlaşması”, “Osmanlı’nın restorasyonu”, “komşu halklarla sıfır sorun” ve “açılım” söylemleriyle perdelenmek istenen bu kriz süreci, yakın gelecekte, söylemlerin tersine büyük çatışmaların ve savaşların kaynağı olmaya adaydır. Kapitalist sistemin zayıf halkası olmaya en yakın adaylardan biri Türkiye’dir. Türkiye ve bölge halklarının büyük felaketlere sürüklenmesini önleyecek biricik güç, işçi sınıfı hareketidir. Bütün çabalarımız, merkezi bir siyasal kurmaydan yoksun olan işçi sınıfının tarih sahnesine adım atmasının koşullarını sağlamaya, siyasal örgütlenmesini geliştirmeye yönelmelidir.

1. Müslümanlığı ABD emperyalizminin ideolojik ve politik gölgesinde tanımlayan ve yaşayan “ılımlı” yalandan müslümanların “olmayacak duaya amin” demesinde elbette yadırganacak bir yan yoktur.
2. Marksistlerin burjuva cumhuriyetine karşı muhalefette en temel itiraz ve eleştiri dayanaklarından biri de bu tezdir.
3. Örneğin Deniz Feneri
4. Emperyalist akıl hocalarının kulaklarına üflediği kavramları tekrarlayan İslamcı ve liberaller
5. V.I.Lenin, Militan Materyalizmin Önemi Üzerine, 1922
6. K.Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş
7. K.Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş. Burada TC devletini ele alan sol analizlerin bir çoğunun aynı Hegelian yanlış ile sakatlanmış olduğuna, TC devletini siyasal rejimine indirgeyerek ele aldıklarına dikkat edilmelidir. Bugünkü siyasal rejim krizinin bu biçimde ele alınışı, bu “sol” analizlerin liberal eleştirinin yedeğine düşmesini izah ediyor.
8. 12 Eylül anayasasına karşı yeni bir anayasayı savunan sol-liberal eleştiri, anayasal rejimin özündeki mülkiyet ilişkileri hakkında söz söylemediği sürece, en iyi durumda bile biçimsel bir ilerlemeden fazlasını vaat edemez.
9. K.Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş. TKP-Gelenek çizgisinin “Felaketin Eşiğinde” programatik metninde açıklanan “cumhuriyete sahip çıkma” tezi, burada işaret edilen çerçeveye teoride gözünü kapamıyor, ancak TKP-Gelenek pratik eylemde sözünün gereğini yapmadığı takdirde, düzen ve devlet içi bir savaşımla yetinmeye çağrı yaptığı biçiminde anlaşılma riski taşımaya devam ediyor. Sosyalist hareketin yüzyılı aşkın tarihi, sözlerinin gereğini yapmayanların örnekleriyle doludur.
10. Hak-İş’in hükümet desteğindeki yükselişi bu tartışma bağlamında dikkat çekicidir.