20 Kasım 2010 Cumartesi

SİYASAL GÜNDEME DAİR ANALİZLER 9

GERÇEK OLAMAYACAK KADAR "GÜZEL"
CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNÜŞÜMÜNE NASIL YAKLAŞILMALI?

Deniz Baykal’a yönelik kişilik suikasti sonrasında, CHP’de yaşandığı söylenen hızlı “dönüşüm” Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesi, “düzen partisi” temsilcisi kaşarlanmış CHP’lilerin parti meclisinden kısmen tasfiyesi, yeni kuşaktan “parlatılmış” ve liberal bazı üyelerle parti meclisinin takviyesi ile sonuçlandı. Cumhuriyet yazarı Ali Sirmen’in veciz ifadesiyle, CHP’de 10 gün içinde yaşanan hızlı gelişmeler, gerçek olamayacak denli “güzel”!

AKP eliyle karanlığa doğru hızla yuvarlanan Türkiye’nin gidişatından umutsuzluğa kapılan liberal-kemalist aydınların tutunacak dal arama endişeleri, CHP’de yaşanan bu hızlı ve “tuhaf” gelişmenin rüzgarına kapıldıklarını gösteriyor. Estirilen rüzgar, örgütsüz ve sosyalist aklın rehberliğinden yoksun devrimci-demokrat ve sosyalist eğilimli aydınları, örgütsüz ve yoksullaşmış küçük burjuva kitleleri ve giderek emekçileri, işçi sınıfını da kapıp götürmeye aday gözüküyor.

Türkiye’nin son yüz yılı, benzer rüzgarların estirildiği dönemeçlerin örnekleriyle doludur. Bu örneklerin anımsanması, Kılıçdaroğlu dönemecini doğru kavramak ve sosyalist hareketin örgütlü geleneği içinde yer alanların akıntıya kapılmadan gelişmelere müdahale şansını yakalayabilmesi  için gerekli tarih bilincinin zorunlu koşuludur. 

1920-1923 DÖNEMECİNDEN DERSLER

Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Savaşı girdabında yıkılması ve ülkenin emperyalist güçler tarafından yabancı işgaline uğraması sürecinde, işgale karşı direnişin ve ulusal kurtuluş savaşının örgütlendiği yıllar, ülkenin kaderiyle Osmanlı ülkesinden artakalan yoksul köylü halkların kendi hayatlarına sahip çıkma kaygılarının iç içe geçtiği bir devrimci kargaşa dönemeciydi. Yabancı işgaline karşı direniş, farklı odaklardan başlayarak örgütlendi. Daha sonra Kemalist akıma dönüşecek olan Müdafa-i Hukuk hareketinin, Anadolu ve Trakya’nın toprak sahibi ve tüccar eşraf zümreleri ile dağılmış Osmanlı devletinin sivil-asker bürokrasisinin ve aydınlarının temsilcileri öncülüğünde örgütlenen, Erzurum ve Sivas kongreleri ile Ankara Meclisi eksenli yeni bir devlet yapılanmasını hedefleyen milliyetçi-burjuva odakları, bunlardan biriydi. Yoksul köylü tabanlı yerel direniş çetelerine dayanan, askeri gücü Yeşil Ordu etrafında biçimlenen, siyasi öncülüğü Rusya’da yükselen işçi sınıfı devriminden esinlenen Anadolu Bolşeviklerinin elinde yapılanan odaklar bir diğeriydi. Anadolu’lu Kürt ve Arap nüfusun ağır bastığı Doğu illerinde ise yabancı işgaline karşı direniş, yerel büyük toprak sahiplerinin ve aşiret önderlerinin Ankara Meclisi ile ittifakı gözeten mihraklarının denetimindeydi.

Anadolu’da belli başlı üç ana mihraktan gelişen kurtuluş hareketi, emperyalist işgale karşı Rus Bolşevikleriyle ve Asya’nın uyanmaya başlayan Müslüman halklarıyla ittifak halinde gelişti. Türkiye işçi sınıfı siyasal hareketinin bu devrimci kargaşa döneminde gerçekleşen 10 Eylül 1920 kuruluş kongresinde ortaya çıkan TKP, sürece dışarıdan dahil olmaya çalıştı. Gücünü esas olarak harici Bolşevik akımdan alan TKP, ülke içinde özellikle Yeşil ordu ve İstanbul merkezli yurtsever güçlerle yakın ilişki ve bağlantılara da sahipti ve bu bağlantıları sayesinde, Anadolu’da gelişen anti-emperyalist savaşın önderliğini ele geçirmeyi umuyordu.

Henüz yerli ve ulusal bir güç haline dönüşmemiş, ülke içinde emekçi sınıf ve tabakalarla sağlam bağlar kurmamış ve siyasal deneyimden büyük ölçüde yoksun genç bir siyasal örgüt olarak TKP, Anadolu’da gelişen yurtsever başkaldırı hareketinde etkili olmak için bir kanal bulma arayışı içindeydi. Merkez heyetini Mustafa Suphi’ler öncülüğünde Anadolu’ya sevketme kararı, bu arayışın iyi hesap edilmemiş, ülke içindeki sınıf dengelerini ve burjuva ulusal hareketin gücünü ve yönelişlerini doğru kavramamış eksik değerlendirilmesinin sonucuydu. Karar bir trajediyle sonuçlandı ve burjuva ulusal önderliğin ikiyüzlü politikalarına güvenmek ve bel bağlamak, Türkiye Komünist Hareketi’nin kurucu merkez kadrolarının imha edilmesiyle noktalandı. İmha süreci, TKP’nin Anadolu’da bağlantıda olduğu Yeşil Ordu ve Halk İştirakiyun Fırkası güçlerinin tasfiyesiyle ve bunların Ankara Meclisi’ndeki temsilcilerinin tutuklanmasıyla tamamlandı.

Anadolu’daki ulusal başkaldırı dinamiklerinin sınıfsal niteliğinin, izlediği siyasetin, özellikle İzmir İktisat Kongresi sonrasında yaptığı tercihlerin, dünya devrimci süreci içindeki yerinin ve Rusya’daki yeni Bolşevik iktidar ile ittifak politikalarının ikili niteliğinin yeterli ve somut bir analizinin yapılamamış olması, bugünden bakıldığında, 1920-1923 sürecinde yaşanan imha ve tasfiye sürecinin başlıca sebepleri olarak gözüküyor. Kemalist akımın ilk şekillendiği dönemde, devrimci Rusya ile emperyalist Batı arasında ikili oynadığının görülememesi,  ulusal kurtuluş savaşına egemen olan anti-emperyalist- ilerici hatta sosyalizmden esinlenmiş gözüken söylemi, Ankara Meclisi’nin Bolşevik Rusya hükümeti ile ittifak ilişkisinin ülke içindeki sınıfsal siyasal dengeleri anlamayi önleyen bir tür gözbağı oluşturduğunun anlaşılamaması, TKP’nin ilk kurucu kuşağının merkez kadrolarının ve savaşçı örgütlenmesinin tasfiyesine yol açtı.

1946-1950 DÖNEMECİNDEN DERSLER

1945 sonrasında İnönü’nün Milli Şef rejimine karşı gelişen halk muhalefetinin unsurlarından “sosyalist sol”, kısa süren bir yasallaşma döneminin ardından baskı altına alınarak susturulmuştur. Burjuva rejiminin aydın ve işçi sınıfı damarlarıyla birlikte açığa çıkan “sosyalist sol”u ezme ve sindirme politikasının en önemli belirtileri, Tan gazetesi matbaasının 4 Aralık 1946’da CHP hükümeti tarafından sevkedildiği bilinen sokak zorbalarınca basılıp yıkılması, Mayıs ve Haziran 1946’da peşpeşe kurulan Esat Adil Müstecaplıoğlu liderliğindeki Türkiye Sosyalist Partisi’nin (TSP) ve Şefik Hüsnü liderliğindeki Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin (TSEKP) 16 Aralık 1946’da sıkıyönetim tarafından kapatılması, aynı yıl içinde sosyalistlerin öncülük ettiği ve pıtrak gibi gelişen işçi sendikalarının kapatılması olmuştur. Burada önemli bir ayrıntı, Milli Şef rejimine karşı CHP içindeki burjuva-liberal muhalefetinin temsilcisi olarak ortaya çıkan ve 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi oluşturan liderlerden Celal Bayar’ın ve diğer DP liderlerinin bu süreçteki rolü ve tavrıdır.

1945 sonrası süreçte, Milli Şef rejimine karşı gelişen burjuva-liberal muhalefetin bazı sözcülerinin “sosyalist sol”u temsil ettiği varsayılan bazı aydınlarla temas kurduğu ve yan yana gelme olanaklarını araştırdığı, “sosyalist sol” düşüncede olduğu düşünülen bazı aydınların da burjuva-liberal muhalefet ile “demokratik cephe” oluşturma gayesiyle hareket ettiği biliniyor. Bu karşılıklı arayışların tarihsel ve toplumsal koşulları, arayış içindeki öznelerin niyet ve hedefleri bilinmeden, bu sürecin anlaşılması mümkün değildir.

1908-1923 burjuva devrimi sürecinin saltanatın ilgası ve bir cumhuriyet rejimi kuruluşu ile tamamlanması, iki koşulun yerine getirilmesini gerekli kılıyordu: Burjuvazinin farklı kesim ve çıkarlarının farklı partiler tarafından temsil edilmesi ve bu temsilin ortak bir anayasa ve meclis hukuku çerçevesinde buluşturulması. Halk Fırkası içindeki “İkinci Grup”, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ve “Serbest Cumhuriyet Fırkası” bu çoğulculuk arayışlarının örnekleri oldu. Ancak burjuva cumhuriyetçi çoğulculuk arayışları, bir yandan emperyalizme ve burjuvazinin egemenliğine karşı dünya devriminin cephesinden dahil olup mücadele eden TKP’nin bağımsız çıkışıyla, diğer yandan burjuva cumhuriyetinin kurucu siyasal kadrosuna muhalefet eden eski rejimin yönetici zümresinden arda kalan kalıntıların yani eski İttihat ve Terakki Fırkası’nın Enver’ci hizip önderlerinin, Osmanlı Saltanatı’nın ve Hilafetin restorasyonu gayesini güden gerici-şeriatçı-padişahçı-mandat yanlısı akımların, Kürt büyük toprak sahipleri ile aşiret önderlerinin öncülük ettiği Kürt milliyetçisi eğilimlerin sahneye eşzamanlı dahil olma girişimleriyle yüzyüze geldi. Mustafa Kemal önderliğindeki Halk Fırkası ve Ordu’nun ileri gelen paşaları, burjuva cumhuriyetin temellerini sorgulayan, çoğulculuk çerçevesini rejime karşı muhalefet biçiminde zorlayan bu girişimlerin hepsini eşzamanlı olarak bastırmaya ve susturmaya yöneldi. Rejime sadık bir çoğulculuk uygulamasını istikrarlı ve normalleştirilmiş bir anayasal cumhuriyet temelinde kurmayı başaramayan Halk Fırkası önderleri, toplumsal ilerleme yanlısı politik özneleri de kurban ederek, gericiliği ezmeyi gözetti. İşçi sınıfı hareketinin o yıllarda bağımsız bir siyasal örgütlenmenin koşullarını oluşturmaya yetmeyen cılız gelişimi, özellikle İkinci Dünya Savaşı ortamında, TKP’nin yarı-otolikidasyonuna ve sonuçta ülke topraklarında kök salamayan embriyonik bir varlığa sahip olmasına, 1960’lara kadar devam eden nesnel bir zemin meydana getiriyordu. Gerici-padişahçı-şeriatçı cephe ve Kürt aşiret önderleri ise Milli Şef rejimi yıllarında sindirildi, yarı-feodal ilişkileri sürdürmeye dönük siyasal ve toplumsal gayeleri bakımından tarihsel olarak anakronik bir varlığa sahip oldu ve mülk sahibi sınıflarla nesnel ilişkileri zemininde CHP içinde yuvalandı. 2. Dünya Savaşında faşizmin ezilmesi ve demokrasi mücadelesinin uluslararası düzlemde zaferi, savaş yıllarında sağladığı sermaye birikimiyle belirli bir büyüklüğe erişen burjuvazinin, büyük tüccarların ve büyük toprak sahiplerinin uluslararası sermaye ile bütünleşme eğilimlerini güçlendirdi, CHP içindeki bu unsurların düzene sadık bir muhalefet girişimine yönelmelerini kolaylaştırdı. Rejimin kurucu iktidar kadrolarını oluşturan CHP-ordu-devlet bürokrasisi koalisyonu, muzaffer sosyalizmin askeri ve siyasal açıdan güçlenmesinin ve bir dünya sistemi haline gelmesinin kapitalist sisteme karşı nesnel olarak uluslararası bir tehdit yarattığı ve bunun ülke içindeki burjuva egemenliği açısından da bir tehdit oluşturduğu algılamasından hareketle, siyaseten Batı emperyalizmine yanaşmaya ve işçi sınıfını hariçte tutacak bir çoğulcu cumhuriyet rejiminin kuruluşuna açılabildi. İşte bu nesnel koşullarda, padişahçı-hilafetçi bir rejim tehdidinin artık anakronik bir siyasal tehdit oluşturduğu ve burjuva cumhuriyetinin temellerininin geri dönüşe elvermeyecek düzeyde sağlamlaştığı saptamasıyla, CHP-ordu-devlet bürokrasisi koalisyonu öncülüğünde siyasal rejimin ve ülke kapitalizminin liberalleştirilmesine başlandı. Milli Şef İsmet İnönü, 1 Kasım 1945’de TBMM açılışında verdiği söylevde, burjuva cumhuriyetinin yeniden yapılanmasına yönelik görüşlerini açıklarken, rejime sadık bir muhalefet ihtiyacına işaret ediyor, “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir muhalefet partisinin bulunmamasıdır” beyanında bulunuyordu. (Özgür Gökmen, Vesikalı Yakın Dönem Tarihimiz, Başbakan’a bir Mektup: Demokrat Parti ve Sol, Kebikeç, Sayı 23, sf 394, 2007)

1945 sonrasında, Milli Şef rejiminin burjuva liberal temelde yeniden yapılandırılmasına yönelik ilk adımların yarı-otolikidasyon sürecindeki “sosyalist sol”un da önünü açtığı algısıyla hareket eden ve uluslararası cephedeki demokratik gelişmelerden de cesaret alan bazı ilerici ve solcu aydınların, bu döneme farklı denemelerle ve girişimlerle yaklaştığı biliniyor. Bazıları TKP ile ilişkili veya TKP’ye yakın duran aydınların bu dönemde DP önderleriyle yakınlaştıkları, DP ile demokratik bir cephe oluşumunu tasavvur ettikleri, hatta DP listelerinden milletvekili adayı oldukları görüldü. Birlikte yayın faaliyetlerine kalkıştıkları, burjuva-liberal akımın şemsiyesi altında ve DP’nin peşinde bir demokratikleşme ve özgürlük beklentisi taşıdıklarına tanık olundu.

Rasih Nuri İleri 1945 sonrasında sosyalist sol çevrelerde oluşan “Demokrat Parti’nin şemsiyesi altında demokratikleşme ve siyasal özgürlüklerin kazanılması” beklentisine dair liberal yanılsamaları en erken fark eden, dile getiren ve eleştiren TKP önderlerinden biri olmuştu. Rasih Nuri İleri, Tan Gazetesi baskını ve sonrasında yeni kurulmuş TSP ve TSEKP’nin, sol yayınların ve işçi sendikalarının sıkıyönetim tarafından kapatılmasına ilişkin mecliste yapılan tartışmalarda, CHP’li Başbakan Saraçoğlu DP’yi sol ile işbirliği yapmakla itham ettiğinde, Celal Bayar’ın bu ithamı göğüslemek yerine, ithamı gerisin geri CHP’li hasımlarına fırlattığını, Mustafa Kemal’in içişleri bakanı Cami Baykurt’u ve dışişleri bakanı Tevfik Rüştü’yü komünist serserilerle ağız birliği yapmakla suçladığını anımsatıyordu. (Rasih Nuri İleri, 27 Mayıs ve Menderes’in Dramı, Yalçın yayınları, 3. Basım, 1986 sf.10)

Milli Şef İnönü’nün yeni rejime sadık bir muhalefeti şekillendirme çabası, tıpkı bugünkü AKP’nin siyasal önderlerinin ve liberal ideologlarının, AKP tarafından kurulmaya çalışılan yeni rejimin temellerine (emperyalizmin siyasetine ve hedeflerine) uyum sağlamış bir muhalefet ihtiyacına işaret eden bir söylemle CHP’yi ve bugünkü Düzen Partisi saflarını eleştirmelerine ve şekillendirme çabalarına benziyordu. Yönetici yeni oligarşinin (yeni iktidar blokunun) kendisinin ayna aksi bir muhalefet ihtiyacını dile getiriyordu. CHP’de gerçekleştirilen Kılıçdaroğlu operasyonuyla kurulan yeni yönetim ve şekillenmeye başlayan yeni siyaset, 12 Eylül 2010 anayasa halkoylaması sonrasında bu yeni muhalefet ihtiyacını karşılamaya yönelik bir ideolojik-siyasal değişimin işaretlerini vermektedir.
Rejimin siyaset sahnesini burjuvazinin emperyalizm ile bütünleşme hedeflerine göre düzenleme ve bu hedefler doğrultusunda kendi sadık muhalefetini yaratma girişimlerinin sürdüğü 1946-1950 dönemecinde, sosyalist hareketin içine düştüğü yanılgı, burjuva muhalefetinin peşine takılarak kendine bir rol tayin etmeye çalışmasıydı. Rasih Nuri İleri’nin tanıklığı, yarı-otolikidasyon sürecindeki TKP’nin ve etkilediği sol aydınların ve işçi çevrelerinin liberal bir yanılsamayla burjuva liberal kampın kuyruğuna takıldıklarını, dönemin uluslararası koşullarını, Hitler’ci kampa karşı Sovyet-Batı ittifakını, dünya komünist ve işçi hareketinin halk cephesi politikalarını yanlış yorumladıklarını doğruluyor. TKP adına konuşanlar bu dönemde DP’yi aktif biçimde destekledi, popülist harekete önderlik eden burjuvazinin peşine takılmanın teorisini geliştirdi. (Çağlar Keyder, aynı eser) “1945’de DP kurucuları ve Sol, Milli Şef Dikta rejimine karşı “Demokratik Cephe’yi beraberce kurmuşlardı”. (Rasih Nuri İleri, 27 Mayıs ve Menderes’in Dramı, Yalçın yayınları, 3. Basım, 1986 sf.10)  Mehmet Ali Aybar’ın DP listesinden Bursa’da milletvekili adayı olması, Zekeriya ve Sabiha Sertel’ler ile birlikte Tan Gazetesi’ni DP’lilerle ortak bir kürsü haline getirmesi, Sertel’ler, Aybar, Esat Adil gibi sosyalistlerin DP’yi kuracak ekip ile birlikte Tan Matbaasında toplantılar yapması, birlikte yayınlanan Görüşler Dergisi, bu liberal-sol koalisyonun belirtileriydi. Tan Matbaası baskını şekillenmekte olan bu liberal-sol blokun dağılmasıyla sonuçlandı. Böylece rejimin sadık muhalefetinin sol etkilerden arındırılmış olarak düzenlenmesi güvence altına alındı. 1946 Ocak ayında kurulan DP’yi izleyerek aynı yılın Mayıs ve Haziran aylarında yasal olarak kurulan 2 sosyalist partinin (TSP ve TSEKP) ve işçi sendikalarının yıl sonunda kapatılması, bu süreci tamamladı.  Esat Adil’in TSP girişimi 1948’de aklanarak 1950’de yeniden açıldı. TSP 1950’de DP’nin seçim zaferini, tıpkı bugün Ömer Laçiner’in AKP için yaptığı değerlendirmede olduğu  gibi, bürokratik vesayete karşı burjuvazinin iktidara gelişi olarak selamladı ve destekledi. (Hasan Tanrıkut, “Burjuvazi İktidarda, Gerçek 24.5.1950, sf:2,4) Siyasal hak ve özgürlüklerin tanınmasını DP’den bekleyen ve TSEKP çevresindekilerin (Şefik Hüsnü, Rasih Nuri İleri) eleştirdiği liberal burjuva kuyrukçusu ulusalcı sosyalist yaklaşım çok geçmeden iflas edecek, meşhur TCK 141-142. Maddeleri 1951’de ağırlaştırılacak, 1951 TKP tutuklamaları ardından sıra leninizmi reddettiğini belirttiği halde TSP’nin kapatılmasına gelecekti.

TKP’nin etki alanındaki bazı sol görüşlü aydınların DP’nin gelişmekte olan ve bugünkü AKP söylemine de damgasını vuracak popülist söyleminde yer tutmuş bürokratik vesayet eleştirisinin ne oranda Tan çevresindeki liberal-sosyalist aydınlardan kaynaklandığı, düşünülmesi gereken bir saptamadır. (Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim yay. İstanbul 2003, sf.170) Nitekim TİP’in ilk kuruluş yıllarında Genel Başkanlığı üstlenen aynı Mehmet Ali Aybar’ın izlediği siyasal çizgi, bürokratik vesayet eleştirisine ağırlık veren, kaba bir popülizme dayanan liberal burjuva sosyalizmini temsil ediyordu. TİP’in ilk yıllarında, kapitalizmin bilimsel sosyalist eleştirisinin yerine, Aybar’ın ağzından dile getirilen ceberrut devletin liberal-sol eleştirisi işitiliyordu. 1960’lı-70’li yıllarda CHP kuyrukçuluğunun teorisini geliştiren TKP Dış Büro ekibine, 1990’larda 2000’lerde Nabi Yağcı, Ömer Laçiner ve Ufuk Uras gibi AKP kuyrukçularına uzanan liberal burjuva sosyalizmi geleneğinin türediği kaynak, bu liberal-likidasyon bataklığıdır. CHP’yi AKP ekseninde liberal bir çizgide yeniden yapılandırma girişimi, bugün Kılıçdaroğlu öncülüğünde yürütülüyor. Kılıçdaroğlu üzerinden demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi beklentisini yayanlar ve AKP’nin inşasına giriştiği yeni rejime sadık burjuva muhalefetinin kuyruğunda solculuk yapma düşlerini besleyenler, komünistleri bu liberal-likidasyon bataklığına çağırıyor.  İşçi sınıfı sosyalizmi, 1946-1950 sürecinin dersleri unutmamalı ve burjuva sosyalizminin yaydığı hayallere karşı uyanıklığını korumalıdır.

1960-1971 DÖNEMECİNDEN DERSLER

1965-71 dönemecinde Türkiye ilerici-yurtsever-sol güçlerini  belirleyen köşe taşları, TİP, DİSK, DEV-GENÇ, THKP-C, THKO, DDKO ve 9 MART CUNTASI, toplumsal-siyasal arka planı ise 27 Mayıs Anayasası’nın olanak verdiği nisbi demokratik ortamda işçi sınıfı hareketinin ve öğrenci eylemlerinin hızlı yükselişi olarak tarif edilebilir. Dönemin dünya koşulları, emperyalist kampın askeri ve siyasal saldırganlığını temsil eden “soğuk savaş” siyasetinin sosyalist sistem tarafından dizginlenip dengelendiği, uluslararası ortamda barış ve yumuşama siyasetinin ağırlık kazandığı, kapitalizmin savaş sonrasındaki 20 yıllık devlet destekli sermaye birikiminin yarattığı görece “refah” ortamının küresel düzeyde tıkanma belirtilerinin çoğaldığı, kapitalist sisteminin çevre ülkelerinde 19. yüzyıldan kalma sömürgecilik biçimlerinin çökmesi sonrasında sömürgecilik kalıntısı rejimlere ve yeni-sömürgeciliğe karşı anti-emperyalist yurtsever devrimci hareketlerin yükseldiği ve sosyalist sistemin çevresinde bir anti-emperyalist rejimler ittifak çemberinin oluştuğu bir sahne üretti. Dünya Devrimci Süreci, bu dünya koşullarında, 1960’lardan başlayarak 20 yıl sürecek bir canlanmaya tanık oldu. Kapitalist ülkelerde canlanan ve yükselen işçi sınıfı hareketleri, ezilen hakların sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı Küba, Vietnam, Filistin dahil geniş Arap coğrafyasında, Afrika’da ve Asya’da peşpeşe gelen başkaldırıları, sosyalist sistemin istikrarlı gelişimiyle sürecin sağlam omurgası haline gelmesi, toplumsal ilerlemenin yelkenlerini dünya çapında bir rüzgarla şişirdi.

50 yıla yakın süren baskı ve sindirme siyasetinin 27 Mayıs 1960 Anayasası’nın sağladığı nisbi özgürlük ve demokrasi ortamında gevşemesiyle birlikte işçi sınıfı hareketinin canlanması, TİP ekseninde sosyalist siyasetin yasal olanaklara kavuşması ve 1965 seçimlerinde %3 oy alarak 15 temsilciyle parlamentoya girmeyi başarması, Türkiye’de taşları yerinden oynatmaya yetti. Sosyalizm, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi fikirleri Trakya’nın ve Anadolu’nun en ücra köylerine kadar yankılanmaya başladı. İlerleme ideallerinin güçlü canlanışıyla birlikte Türkiye halklarının toplumsal hareketlenmesi büyüdü, öğretmenlerin, işçi sınıfının TÖS ve DİSK örneğinde sendikal örgütlenmelerinin kitleselleşmesiyle, topraksız emekçi köylülerin toprak işgalleriyle, öğrenci hareketlerinin hızla anti-emperyalist bir başkaldırıya dönüşerek FKF’den Dev-Genç’e gelişimiyle, Kürt gençliğinin, yoksul köylülerin ve aydınlarının DDKO’da birleşen ulusal uyanışıyla, ordu içinde anti-emperyalist eğilimlerin doğurduğu cunta örgütlenmeleriyle yol aldı.

Hareketimiz bu hızlı uyanış dönemine TKP’nin uzun yıllar süren likidasyonu koşullarında yakalandı. TKP merkezi bir “yurt-dışı büro” çalışmasına indirgenmiş, ülke içindeki TKP kadroları birleşik ve merkezi bir örgütlülükten yoksun kalmıştı. TİP burjuva sosyalizminin, popülizmin, devrimci-demokrat eğilimlerin ve TKP kökenli bilimsel sosyalist unsurların bir bileşimini temsil ediyordu ve toplumsal hareketlenmenin öncülüğünü yapacak merkezi ve tutarlı bir yapıya, bütünlüğe, siyasete sahip değildi. Toplumsal hareketlenmenin hızlı gelişiminin gerisinde kalan TİP bir yandan kendi içinde ayrışmaya zorlanırken, öte yandan ilerici-yurtsever-devrimci toplumsal dinamikleri kapsamaktan uzak düştü.

Bu dönemde, büyük sermaye 27 Mayıs Anayasası’yla oluşan siyasal özgürlükler ortamından rahatsızlık duymaya başladı. Burjuva siyasal ve toplumsal özneler (AP, CHP, TOBB, Genelkurmay) 1961 Anayasası ve yasal mevzuatından duyduğu tedirginliği, bir yandan sokakta resmi ve paramiliter terör ve baskı siyasetini tırmandırarak, bir yandan da 27 Mayıs sonrasında tanınmış hak ve özgürlükleri budamaya yönelik girişimleriyle dışa vurdu.

1965-71 dönemecinde, ilerici sol güçler safında başlangıçta iki eğilim ayrıştı. TİP’i merkeze alan ve burjuva sosyalizminin reformist ve liberal-sol parlamentarist siyaseti ekseninde örgütlenen güçler birinci eğilimi temsil ediyordu. Gençlik dinamizmine yaslanan MDD hareketi ikinci eğilimi oluşturdu. Her iki eğilimin de ortak yanılgısı, işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız çizgisi ve örgütlenmesi yerine, burjuva siyasetinin farklı eğilimlerinin ve öznelerinin kuyruğuna takılmayı esas almalarıydı. Aybar çizgisi ile TİP önderliği tabandaki işçi sınıfı hareketlenmesinin, sokak hareketlerinin ve gençlik eylemlerinin hızla gerisine düştü. TKP kökenli ülke içi kadroların bir bölümü başlangıçta Aybar etrafında tutum aldı. TİP’in kapsayamadığı gençlik dinamizmi hızla FKF’yi ele geçirir ve Dev-Genç’e dönüştürürken, MDD önderliğinde yer alan başka bazı eski TKP kadroları da bu eğilime destek verdi. MDD hareketine önderlik edenlerin bir bölümü Yön-Devrim dergileri çizgisinde ordu içinde örgütlenen anti-emperyalist askeri cuntaların peşine takılma siyasetini benimsedi. Ancak 1968 Çekoslovakya olaylarının ertesinde, yeni ayrışmalar baş gösterdi. TİP içinde Aybar’ın giderek burjuva-milliyetçi-liberal bir siyasete kaymasından ve antisovyetizm gütmesinden rahatsızlık duyan Aren-Boran ekibi, Aybar ile yollarını ayırarak TİP yönetimini ele geçirdi. Bu ayrışma sonrasında 4. Kongre’de Kürt ulusal sorunuyla ilgili dönemin koşullarında oldukça ileri nitelikte bir kararı da alabilen Aren-Boran ekibi, giderek işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız bir çizgi oluşturmaya aday unsurlarından biri haline gelmeye başladı.

MDD saflarındaki ayrışmalar ise devam etti, sosyalist sistem içindeki saflaşmalara göre tavır belirleyen ve küçük-burjuva milliyetçi çizgilerine denk düşen Maoculuğu gömlek değiştirir gibi benimseyen Perinçek yanlıları dışında, MDD hareketinin ana akımı, gerilla savaşlarını ve halk kurtuluş savaşlarını benimseyen THKP-C ve THKO biçiminde ayrıştı. THKP-C önderliği, Ocak 1971’de yayınladığı “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” bildirgesiyle, THKO önderliği ise 12 Mart muhtırasının hemen sonrasında yayınladığı “Türkiye Devrimi’nin Yolu” bildirgesiyle, 9 Mart cuntası denilen ordu içindeki anti-emperyalist dinamiklerin MDD döneminden beri devam eden ideolojik ve siyasal etkilerinden örgütlerini ve tabanlarını arındırmaya yöneldiler ancak tamamen bağımsızlaştırmaya fırsat bulamadan 12 Mart faşizmi koşullarında imha edildiler.

Toparlamak gerekirse, 1965-71 dönemecinde ilerici-yurtsever-sol güçler safında iki ana eğilimin varlığından sözetmek mümkündü. İlk eğilim, burjuva-liberal güçlerin kuyruğunda meşrulaşmayı, kendine rol ve alan açmayı gözeten sağ eğilim, TİP içinde Aybar tarafından, MDD hareketi içinde ise Mihri Belli öncülüğündeki Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çizgisi tarafından temsil ediliyordu. İkinci eğilim ise, sol ve devrimci safların burjuvaziden bağımsızlaşması arayışını gözetiyordu, TİP içinde Boran-Aren öncülüğündeki Emek Dergisi çizgisi tarafından ve MDD hareketi içinde ise Mahir Çayan öncülüğündeki Dev-Genç ile THKP-C oluşumu ve Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan öncülüğündeki THKO oluşumu tarafından temsil ediliyordu.

Behice Boran-Sadun Aren grubunun dünya komünist ve işçi hareketinin geleneksel çizgisi ile hiza ayarı yapmasını Çekoslovakya olaylarına dair tartışma ve Kürt sorunu başlığında Marksist-Leninist tezlere yakınlaşması kolaylaştırdı. Aybar’ın anti-sovyetik ve popülist-liberal siyasetine karşı TİP içinde gelişen tepkinin güçlenmesi ve Aybar’cı burjuva sosyalist eğilimin TİP çerçevesinden uzaklaştırılması, TİP 4. Kongresi’nde Kürt sorunu başlığında döneme göre ileri bir tutum benimsenerek Kürt solu ve aydınlarıyla birleşmenin sağlanması bu zeminde gerçekleşti. TKP eski kadrolarından Dr. Hikmet Kıvılcımlı öncülüğündeki gruplaşma ise, derleniş ve birlik çağrılarını işçi sınıfı hareketi içinde tohumlanarak ve Kürt emekçileriyle birleşmeyi gözeterek sürdürüyordu, ancak bu gruplaşma içinde ordudaki sol cuntalaşmaların etkisine karşı yalpalamalar eksik değildi. 

Hareketimizin devrimci-demokrat saflarında ise, burjuva-liberal kamptan ayrışma ve sosyalist esinli bağımsız bir devrimci çizgiye yönelme eğilimi, iki önemli olayla güçlendi: Birincisi Mahir Çayan ve arkadaşlarının “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” bildirgesini yayınlamaları ve THKP-C’yi oluşturmaları, ikincisi  Hüseyin İnan’ın “Türkiye Devrimi’nin Yolu” bildirgesini yayınlayarak THKO’yu oluşturmalarıydı. Her iki çıkış da, burjuva-liberalizminin takipçisi sol anlayışları reddederek burjuvazinin denetiminden çıkmayı gözetiyordu. 

Burjuvazi, sol muhalefetin kendi denetiminden ve kuyruğundan kopmasını hoşgörmedi ve affetmedi. 12 Mart askeri darbesi, ordu içindeki merkezkaç sol unsurları tasfiye etmeye girişirken, esas darbeyi kendi ideolojik-politik etkinliği altındaki ve belki de yer yer örgütsel denetimi altındaki unsurlardan bağımsızlaşma arayışına giren ilerici-yurtsever-sol güçlere indirdi. TİP ve DDKO etrafında gelişen bilimsel sosyalist oluşum TİP’in kapatılmasıyla bastırıldı, Behice Boran ve arkadaşları hapse atıldı, TÖS kapatıldı, DİSK sindirildi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı takip altında kalarak yurt-dışına kaçmak zorunda bırakıldı. THKP-C önderliği Kızıldere’de katledildi. THKO liderleri yakalanarak idam edildi. 12 Mart’ta faşist ara rejimin dizginsiz şiddete başvurarak hedef aldığı sol güçler, hareketimizin burjuvaziden bağımsızlaşma arayışını başlatmış sosyalist geleneğini ve devrimci demokrat damarlarını temsil ediyordu. Sermayenin amansız düşmanlığına maruz kalan, önderlikleri hapsedilen ve yok edilen, sol güçlerin işte bu eğilimiydi.

Orduya ve 12 Mart darbesine karşı alınan tavır, 1965-71 dönemecinde işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız çizgisinin şekillenmesinde turnusol kağıdı oldu. Yön-Devrim çizgisindeki Doğan Avcıoğlu’nun ve İlhan Selçuk’un Cumhuriyet gazetesi’nin, MDD kökenli çoğu grupların, Kıvılcımlı yanlısı bazı unsurların ordu içindeki cuntaların peşinde başlangıçta darbeyi desteklemeleri, Dev-Genç ve devrimci-demokrat çevrelerin darbe karşısındaki kararsız ve yalpalayan tutumları, trajik bir yanılgı olarak yakın tarihimizin kaydına geçti.

Kendi aralarındaki bölünmelerin giderilmesi için ve burjuvazinin etkisinden ideolojik-politik-örgütsel olarak bağımsızlaşmanın tamamlanması için katedilmesi gereken mesafenin henüz tamamlanmadığı ve o gün için bir süre daha ayrı kanallardan akmaya devam etmesinin kaçınılmaz olduğu koşullarda, sosyalist gelenek ve sosyalist esinli devrimci demokrat damar, göğüslemeye hazır olmadığı erken bir çatışmaya zorlandı. THKP-C ve THKO “gökyüzüne karşı ayaklanmaya” mecbur kaldı, TİP ve DDKO susturuldu ve esir alındı. Yenilgi, burjuvazinin ideolojik ve politik vesayetinden ve örgütsel denetiminden bağımsız bir hareketi, hem ideolojik olarak hem politik olarak hem de örgütsel olarak bağımsız bir hareketi oluşturma ve sürdürme ihtiyacının netleşmesini davet etti. Bu ihtiyacın örgütsel bağımsızlık güvencelerine dayandırılmasını, hareketimizin devrimci-demokrat ve geleneksel sosyalist damarlarının birliği zemininde işçi sınıfı hareketi içinde kök salmasının esas alındığı bir siyasal arayışı doğurdu. Bu arayış, 1965-71 dönemecinin siyasal mirasını ve bunlardan türeyen dersleri 12 Mart sonrasına devreden başlıca kanal olarak hareketimizin şekillenmesine kaynaklık etti.

Hareketimizin işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız çizgisi temelinde oluşumunun ilk tohumları, ilerici sol saflarda 1965-71 dönemecinde gözlenen ayrışmaların yüzeyi altında örtülü kalmıştı. İlk mayalanmalar, THKP-C ve THKO kökenli gruplarda, TİP içinde Aybar’ın burjuva sosyalizmine, Aydınlık Sosyalist Dergi’ye, MDD hareketi’ne ve TİP içindeki Emek grubuna karşı mesafesini dile getiren çevrelerde şekillendi. 12 Mart koşullarında oluşmaya başlayan bu çevreler, burjuvazinin farklı odaklarının ideolojik-politik-örgütsel belirlemesinden kopmayı esas alıyordu. İlk sayısı Ocak 1971’de 12 Mart muhtırasından üç ay önce yayınlanan “Sosyalist Parti için Teori Pratik Birliği” dergisi çevresindeki aydınlar arasında ve işçi sınıfı hareketi içinde 12 Mart koşullarında örgütlenen yuvarlardan oluşan  mihraklar, hareketimizin başlangıç noktasını oluşturdu. Burjuva öznelerin peşine takılma siyasetini reddeden, bağımsız bir ideolojik siyasal çizgiyi örgütsel güvencelere kavuşturmayı temel alan, bilimsel sosyalizmi ve işçi sınıfının öncülüğünü esas alan bu çizgi, 16 Haziran 1974’de, Türkiye işçi sınıfının yakın tarihimizdeki bu ilk ve hala aşılamamış bağımsız eyleminin 4. Yıldönümünde Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin yasal olarak kuruluşuyla açığa çıktı.

1965-71 dönemecinin 1970’lere devrettiği en önemli miras, TİP, DDKO,THKP-C, THKO zeminlerinde başlatılmış olan ve burjuvaziden bağımsız bir siyasal çizginin işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist aydınların birleştiği nehir yataklarında hayata geçirilmesinden hareket eden TSİP oldu. Burjuva-liberal güçlerin takipçiliğinden sıyrılan hareketimizin bu önemli atılımının dersleri, 1970’ler ve sonrasında öğreticiliğini sürdürüyor.  1970’lerde ve 12 Eylül sonrasında 1980’lerde ve 1990’larda yaşananlara, bugün Kılıçdaroğlu operasyonu sonrasında tanık olunanlara TSİP’i doğuran koşulların ışığında bakmaya devam edeceğiz.

1974- 1980 DÖNEMECİNDEN DERSLER

1960’larda TİP içinde ve giderek dışında gelişen sosyalist ve devrimci hareketin burjuvaziden bağımsızlaşmayı gözeten öbekleri esas olarak iki ayrı kanaldan ilerleyerek yol alıyordu: İşçi sınıfı siyasal hareketi geleneğinden esinlenen komünist sol ve öğrenci hareketinden, köylü hareketinin halkçı-devrimci geleneklerinden ve Kürt ulusal demokratik akımından beslenen devrimci sol.

TİP yönetimindeki Aybar’ın kişisel liderlik anlayışını öne çıkartan, kolektif örgütlülük ve Leninist öncülük ilkelerine uzak, popülist, milliyetçi, parlamentarist, liberal ve reformist bir ideolojik-siyasal bulamaca dayanan burjuva sosyalizmi, gelişen kitle hareketlerinin gerisinde kalarak etkinliğini ve inandırıcılığını hızla yitirmeye başlamıştı. 1968 Çekoslovakya olayları’nda Aybar’ın anti-sovyet bir tutum takınması, Aybar’cı burjuva sosyalizminin karşısında yer alan TİP içindeki sağlıklı unsurların Behice Boran ve Sadun Aren liderliğinde EMEK dergisi etrafında toparlanmasını ve Aybar’ı TİP yönetiminden uzaklaştırmasını doğuran gelişmeleri hızlandırdı. Ancak TİP liderliğini Aybar ile paylaşan EMEK grubunun, 12 Mart darbesiyle karşılaştığı koşullarda, burjuva sosyalizminin ideolojik siyasal etkilerinden henüz bütünüyle muaf bulunmaması, bilimsel sosyalizm doğrultusundaki evriminin eksikleri ve zaafları, TİP kapatıldığında ve önderleri hapsedildiğinde, bu grubun 12 Mart’a hazırlıksız yakalanmasına, darbeye karşı anlamlı bir toplumsal direnci örgütleyememesine, pasif bir teslimiyete yol açtı.

TİP içindeki burjuva sosyalizminin pasifizmine ve liberal reformist çizgisine olduğu kadar MDD hareketinin sağcı, cunta kuyrukçusu eğilimlerine de başkaldıran devrimci sol akımın geçen yazımızda vurguladığımız burjuvaziden bağımsızlaşma arayışları da, 12 Mart arefesinde ideolojik siyasal evrimini ve örgütsel hazırlıklarını henüz tamamlayamamış olduğu koşullarda, darbecilerin savaş ilanıyla yüzyüze geldi. Devrimci sol akımın iki ana mihrakı “gökyüzüne karşı savaş açmayı” göze aldı, teslim olmadı ama önderlikleri imha edildi. Kürt ulusal demokratik hareketinin Kürt aydınlarından, yoksul köylülerden ve kentli küçük-burjuvaziden beslenen kolları da 12 Mart faşizminin baskı ve terörü altında susturuldu ve sindirildi.

Hareketimizin kökenini oluşturan çevreler de, Aybar’cı  ve MDD’ci burjuva sosyalizminden, burjuva sosyalizminin TİP önderliğindeki EMEK grubunda ve küçük-burjuva devrimciliğinin devrimci sol akımda gözlenen  etkilerinden ayrışmaya başlamış, Sosyalist Parti için Teori-Pratik Birliği Dergisi etrafında siyasal-ideolojik evrimini geliştirmeye koyulmuştu. Hareketimizin çekirdeği, işçi sınıfı içinde oluşturduğu yuvarlar temelinde örgütsel hazırlıklarını olgunlaştırmaya başlamıştı. 12 Mart darbesinin bastırmasıyla bu çabaları yeraltına itilmeye zorlanan hareketimiz mayalanmasını 12 Mart koşullarında sürdürmeye devam etti.

12 Mart faşizminin baskı ve terör siyaseti, komünist sol ve devrimci sol akımın önderlerini imha ederek ve mahpushanelere doldurarak saflarımızda genel bir dağınıklığa ve örgütsüzlüğe yol açtı. Hareketimizin kökenini oluşturan kadroları nisbeten koruyabildiği ve ideolojik siyasal evrimini sürdürebildiği bu dönem, büyük sermayenin ve devletin vesayetinden ideolojik-siyasal-örgütsel olarak bağımsızlaşma eğiliminin hareketimiz etrafında toparlanma eğilimlerini güçlendirdi. İşçi sınıfı hareketinden, marksist-leninist formasyonu olgunlaşan sosyalist aydınlardan, bilimsel sosyalizmin etkisi altındaki Kürt aydınlarından ve devrimcilerinden, tutuklamalardan korunabilmiş TİP kadrolarından ve devrimci sol unsurlardan beslenen hareketimiz, 1974 yılında TSİP’i kurarak yasal siyaset alanına örgütlü müdahale olanağını yakaladı.

12 Mart Faşizmi’nin baskını, burjuvazi açısından aceleci ve apar topar girişilmiş nisbeten plansız ve hazırlıksız bir darbe girişimiydi. Örgütsel ve siyasal gelişimini tamamlayamadan komünist ve devrimci sol akımı bastırmaya ve imha etmeye, ordu içindeki ilerici yurtsever kıpırdanmaları tasfiye etmeye öncelik veren 12 Mart’çılar, burjuvazi içindeki dengelerin elvermemesi nedeniyle parlamentoyu kapatamadı, 1961 Anayasası’nın sağladığı nisbi demokratik hak ve özgürlükleri budamakla yetindi. 12 Eylül’de olduğu gibi kapsamlı bir ideolojik-siyasal saldırıyı ve faşist bir yeni rejim inşasını tam anlamıyla gerçekleştiremedi. Faşizan baskı ve terörle damgalanmış birkaç yılın ardından yükselen toplumsal muhalefetin ve demokrasi mücadelesinin etkisiyle 12 Mart’ın nihai bilançosu, gericileştirilmiş ve tahkim edilmiş bir burjuva demokrasisi oldu. 1973 seçimleriyle birlikte cuntacılar ipleri elinden kaçırdı, istedikleri Cumhurbaşkanı adayı seçilemedi, seçimlerin yapılması engellenemedi ve seçim sonuçlarına ilişkin cunta beklentileri tersyüz oldu.

Sosyalistlerin yasaklar ve baskılar nedeniyle katılamadığı 1973 seçimlerinde, halkın demokrasi ve özgürlük taleplerini kendilerine kanalize ederek oylarını artıran CHP ve MSP işbaşına geldi. 12 Mart’ın basına yönelik kısıtlamalarının gevşemesiyle, örgütlenme ve siyasal faaliyet üzerindeki yasaklarının esnemesiyle birlikte, “Genel Af” talepleri gündeme egemen oldu. Demokrasi mücadelesinin yükselmesi, büyük sermayenin ve siyasi gericiliğin bütün hiziplerinin karşı koyuşuna rağmen 12 Mart’ın hukuk-dışı sonuçlarının iptal edilmesini, zindanların kapılarının aralanmasını, TİP, THKP-C, THKO, DDKO kökenli siyasal tutukluların ve mahkumların özgürleşmesini sağladı. İşçi hareketi DİSK ve TÖB-DER kanalından, ilerici gençlik hareketi İYÖKD ve ADYÖD kanalından, Kürt ulusal demokratik hareketi DDKD ve DHKD kanallarından yeniden canlandı. TSİP, bu kritik dönemde işçilerin sendika seçme hak ve özgürlüklerine ilişkin taleplerine “referandum” kampanyasıyla öncülük etti, öğretmen hareketinin TÖB-DER’de birleşmesine, öğrenci hareketinin İYÖKD ve ADYÖD’de örgütlenerek birleşmesine önderlik yaptı, Viranşehir’de Kürt köylülerin katledilmesini kitlesel bir miting ile protesto etti. TSİP öncülüğünde kurulan GSB, genç çırak ve işçilerin kitlesel biçimde örgütlendiği ve öğrenci-işçi-köylü gençliğin birleştiği Türkiye’nin ilk komsomol tipi gençlik örgütü olarak gençlik hareketinin önüne geçti. 1975’de Türkiye tarihinde uzun yıllar sonra ilk kez işçi sınıfının uluslararası birlik-mücadele-dayanışma günü 1 Mayıs TSİP tarafından kitlesel bir toplantıyla kutlandı.

Toplumsal muhalefetin hızla büyümesi, burjuvazinin gerici siyasal reflekslerini bir defa daha harekete harekete geçirdi. MHP ve Ülkü Ocakları tarafından örgütlenen faşist tedhiş eylemleri, Kıbrıs olayları bahane edilerek tırmandırılan şovenizm ortamında muhalefetin merkezi büyük şehirlerde sıkıyönetim ilanıyla birlikte ve CHP-MSP koalisyon hükümeti devrilerek AP öncülüğünde kurulan Milliyetçi Cephe hükümeti himayesinde hız kazandı. İlerici gençler, işçi önderleri, aydınlar sokak ortasında teker teker vurulmaya başlandı. Sosyalist ve devrimci hareketin 12 Mart koşullarında sürüklendiği dağınıklığın ve örgütsüzlüğün etkisiyle bölünmeler yaşaması, faşist saldırganlığın ve MC hükümetinin tırmandırdığı siyasal gericiliğin karşısında işçi sınıfının merkezi birleşik siyasal otoritesinin kurulmasını güçleştirdi. Bu ortamda şiddetlenen sınıf mücadelesi, siyasal sahnede MC ile CHP arasındaki mücadele görünümüne büründü.

Cezaevinden çıkan Boran ve arkadaşları tarafından kurulan TİP’in, ülke içinde kendi örgütlenme atılımına girişen TKP Dış Bürosu’nun, özgürlüklerine kavuşan THKP-C, THKO, DDKO kadrolarının farklı dergi çevreleri ve dernekler etrafında yeniden bir araya gelme çabaları, çoğu zaman sekter ve hareketin genel gelişmesine zarar veren rekabetçi siyasal çizgilerini derinleştirdi. Dünya Komünist ve İşçi Hareketi’nin yaşamakta olduğu ideolojik ve siyasal bölünmelerin çoğu zaman eksik ve yanlış yorumlanmasına da yaslanan ve buralardan meşruiyet devşirmeye çalışan bu çabaların toplam sonucu, sosyalist ve devrimci hareketin parçalı- kırıklı bir yapıya sahip olması, işçi sınıfı sosyalizminin merkezi bir siyasal otorite oluşturmasını engellemesi, siyasal kadroların tamamının hareketin genel gelişiminin gerisinde kalması oldu. Bu durum, 1977 yılına varıldığında, yüzbinlerce işçiyi 1 Mayıs meydanında toplayabilen, kitlesel gençlik örgütleri çevresinde onbinlerce genci mücadeleye sevkedebilen, eli-sözü ülkenin en ücra köşelerine dek uzanabilen hareketimizin toplumsal açıdan bir dev ama siyasal açıdan bir cüce varlığına sahip olması anlamına geliyordu. İdeolojik ve politik sapmaların kuvvet kazandığı bu dönemde, hareketimizin büyük gövdeleri, faşist saldırganlığın ve MC tarafından temsil edilen siyasal gericiliğin tehdidi altında, burjuvazinin liberal ve demokrat siyasal seçeneklerinin peşine takıldı. TİP ve TKP-Dış Büro CHP takipçiliğini siyaset ilkesi durumuna getirdi. Devrimci Yol CHP mitinglerinde siyasal ifade ve temsil arayışı peşinde koştu. DİSK CHP’nin payandası haline getirildi. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki toplumsal kutuplaşma, politik sahnede temsil edilemedi. Siyasal hareketimizin sürükleyici gövdeleri, kitlelerin kendiliğinden ve geri bilincinin peşinde sürüklenmeye, kendiliğindenliğe övgü yağdırmaya ve bunu siyasal faaliyet saymaya başladı. Sosyalist ve devrimci siyasal mücadele, işçi sınıfının ekonomik hak ve talepler için giriştiği tekil, sınırlı ve kısmi mücadelelere, öğrenci hareketinin faşizme karşı can güvenliği ve akademik demokratik talepler için giriştiği tekil mücadelelere indirgendi. Bunun siyasal karşılığı ise, seçimlerde, siyasal miting ve gösterilerde CHP kuyruğuna takılmak, siyasal mücadeleyi CHP’ye emanet etmek biçiminde kendini gösteriyordu. Sınıf mücadelesini zahiri olarak MC-CHP kutuplaşmasına emanet edenleri sorgulayan işçi sınıfı sosyalizmi, hareketimizin siyasal temsilindeki boşluğu neden dolduramadığımızı soruyor, “Ekonomik-demokratik hareket içindeki etkinlik niçin siyasal planda yoktur?” sorusuna yanıt arıyordu. 1977 yılında bu soruna parmak basan bir İLKE yazısında, “bugün değilse yarın, yarın değilse öbürgün bu sorular sosyal pratik tarafından mutlaka herkese dayatılacaktır” uyarısı yapılıyordu.

İşçi sınıfı sosyalizminin 1977 yılında bu sorgulamaya yanıtı belliydi: “İleri kitleler, tek bir sosyalist siyasal hareketin merkezi etrafında toplanmış olmadığından (böyle bir merkezi otorite bulunmadığından) işçi sınıfının bağımsız politik güçlerinin siyaset arenasındaki durumları zayıftır”.

1970’lerde toplumsal-sınıfsal kutuplaşmanın MC-CHP çatışması görünümüne bürünmesi, hareketimizin devrimci-demokrat-sol eğilimlerinde bu zahiri çatışmayı bir yandan da küçümseme biçiminde algılanıyordu. “Oligarşinin iç çatışması” biçiminde burun kıvrılan ve sivri ucunu faşist tedhişin temsil ettiği siyasal gericilikle mücadelede demokrasi güçlerinin (CHP dahil) birliğini toplumda mücadele halinde olan güçlerden bağımsız ve soyut bir olay gibi görmek yaklaşımını sakatlayan metafizik anlayış, devrimci-demokrat-sol güçleri politika-dışı bir konumu benimsemeye itiyordu. Bunun pratikteki karşılığı, siyasal görevlere yan çizmek, burjuvazinin karşısına bağımsız siyasal bir seçenek olarak çıkmaktan geri durmak, bütün bu gereklerin dayattığı siyasal örgütlenmelerden ve siyasal ittifak ilişkilerinden uzak durmak, siyasetin kapsamını gündelik kendiliğinden hareketin kuyruğunda sınırlı-yerel-tekil görevlere daraltmak oluyordu. CHP ile AP önderliğindeki Milliyetçi Cephe’yi “ikiz kardeş” olarak gören bütün eğilimler, bu partilerin sınıfsal niteliklerini, CHP tabanında temsil edilen küçük-burjuvazinin taleplerini, işçi sınıfı hareketinin CHP üzerindeki etkilerini görmezden geliyor, küçük-burjuva kitlelerin demokratik çıkar ve taleplerini bir siyasal ittifak konusu olarak değerlendirmiyordu. Demokrasi güçlerini birleştirmenin gereğini görmezden gelen bu sekter tavrı pratikte kuyrukçuluk tamamlıyor, siyasal talep ve hedeflerin gerçekleşmesi için yürütülen mücadele aynı CHP’nin politik temsiline emanet ediliyordu.

1970’lerde sosyalist ve devrimci hareketimizin büyük gövdelerinin ortak yanılgısı, burjuvaziden bağımsız bir siyasal örgütlenme ve mücadele çizgisi doğrultusunda birleşmek yerine, siyaseti burjuvazinin demokratik ve liberal seçeneklerine emanet etmek oldu. Sosyalist ve devrimci siyaset, ekonomik-demokratik talepler için yürütülen hareketlerle, sendikal ve gündelik çıkarlar için mücadeleyle, öğrenci hareketlerinin okullarla sınırlı talepleriyle, faşist tedhişe karşı sokakta ve mahallelerde yürütülen tekil mücadelelerle sınırlandı ve daraltıldı, bu mücadelelerin siyasal temsili ve ifadesi burjuvazinin liberal-demokratik temsilcilerine terk edildi. TSİP’in bu dönemde 1979 ara seçimlerinde Kürt ulusal-demokratik hareketiyle ittifak yaparak Siirt, Mardin, Hakkari gibi illerde sağladığı başarı bir yana koyulursa, döneme damgasını vuran ana eğilimler, CHP kuyrukçuluğu, sendikalizm, sekterlik ve sol içi rekabet oldu. Hareketimizin 12 Eylül’de büyük sermayenin ve emperyalizmin kapsamlı ve planlı harekatı karşısında büyük bir yenilgiye uğramasına yol açan başlıca siyasal zaafları da bu eğilimlerden kaynaklanıyordu.

1980-2000 DÖNEMECİNDEN DERSLER

1980 12 Eylül faşist darbesi, sosyalist ve devrimci harekette 1970’ler boyunca yaygın olarak benimsenen ve savunulan kimi siyasal tezleri ve stratejik-taktik politikaları bir çırpıda çöp sepetine gönderdi. Demokrasi mücadelesini küçümseyen sürekli faşizm teorileri, örgütlü mücadeleyi küçümseyen ve partisiz programsız hareketi yücelterek devrimciliğin ölçüsü sayan politik söylemler, kırlardan şehirleri kuşatmayı öngören köylü devrimciliği temelinde kurgulanan halk savaşı stratejileri, solun bir kesimini uluslararası anti-komünist cephe ile yan yana düşüren anti-sovyetik sosyal-emperyalizm teorileri, Avrupa işçi partilerinin programlarından tercüme edilmiş ileri demokrasi ve ulusal demokratik cephe taktikleri bir gecede iflas etti. 1980’lerin ağır baskı ve zulüm koşulları altında, sosyalist ve devrimci hareket, terk ettiği politik söylem ve taktiklerinin yerine aksi yönde yenilerini geliştirmeye yöneldi. Çoğu örnekte de, aksi yöndeki düzeltme çabalarında kantarın topuzu kaçırıldı.

Devrimci-demokrat grup ve hareketlerin önde gelen militanlarının kitlesel tutuklamalara maruz kalmaları sonrasında, bu zemindeki muhalefet, demokrasi ve insan hakları mücadelesinin öne çıktığı, askeri cuntanın ve militarist despotizmin karşısında sivilleşmenin ve demokratikleşmenin savunulduğu bir siyasal çizgi geliştirdi. Komünist solun geleneksel grupları da, askeri cuntanın baskı ve tutuklamalarına maruz kaldığı ve hareket alanı kısıtlandığı ölçüde, sosyalizm ve devrim hedeflerinin fiilen terk edildiği, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının merkeze alındığı benzer siyasal taktikleri esas alan bir çizgiye  yöneldi. Solun her iki kanalındaki bu yönelişler, sivil-toplumculuk, özgürlükçü-sol, yenilenme gibi söylemler etrafında 1990’larda gelişecek ve 2000’lere devrolacak reformizmin kaynağını oluşturdu. Devrimci-demokrat akım bu süreç boyunca silahlı mücadele, öncü savaşı, devrimci hareket eksenli radikalizm taktiklerini ve politikalarını terk etti, siyasal hedeflerini geri çekti, “tek yol devrim” söyleminin yerine “demokrasi” ve “insan hakları” söylemini kullanmaya başladı, feminizm, ekoloji, eşcinsel hakları, insan hakları, vicdani red hakkı gibi tekil gündemlerle kendini sınırladı. Komünist solun geleneksel grupları da Gorbaçov yönetiminin dayattığı “yenilenme” ve “açıklık” söylemlerinin etkisi altında söylem düzeyinde kalmış politik hedeflerini daha da geriye çekmeye, politik ve örgütsel likidasyon bataklığına yürümeye başladı.

Geri çekilen ve iflas eden tezlerin yarattığı boşluğun reformist politikalarla ve siyasal taktiklerle doldurulması girişimlerinin istisnaları, bu politikalara ve taktiklere karşı devrimci bir direnç oluşturma girişimleri de aynı dönemde boy verdi. Bu istisnalardan birincisi, 12 Eylül sonrasında kadrolarını yurt dışına çekerek tutuklama ve baskı dalgasını savuşturan ve 1980’lerin ikinci yarısında cuntaya karşı direnci örgütleyen örgüt ve gruplar oldu. Kürt ulusal demokratik hareketi, TSİP, bazı devrimci demokrat örgütler oldu. İstisnaların ikincisini, 1985’te yayına başlayan ve komünist soldaki tasfiyecilik eğilime karşı direnen Gelenek çevresi oluşturdu.

1980’lerde köylülüğün çözülmesinin hızlanması, köylülük temelinde halk savaşı geliştirme stratejilerini iflas ettirdi. Halkın Kurtuluşu, TİKKO vs. devrimci-demokrat eğilimler politik yönelimlerini ve söylemlerini kent merkezli işçi sınıfı hareketine yaklaştırmaya başladı. Bu akım ve gruplarda yaşanan ayrışmalar, Ekim gibi yeni komünist sol grupların doğuşuna kaynaklık etti. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Netaş greviyle ve Bahar Eylemleri’yle yeniden yükselen ve 1990’ların başlarında Paşabahçe cam işçilerinin fabrika işgali ve Zonguldak maden işçilerinin büyük Ankara yürüyüşü ile zirveye varan işçi hareketinin yükselişi, bu politik gelişmelerin toplumsal temelini oluşturuyordu.

Demokrasi mücadelesini küçümseyen ve öncü savaşını savunan grupların 1980’lerdeki ve 1990’ların başındaki askeri politik yenilgisi, bu zeminde de işçi sınıfı hareketinden uzak düştükleri ölçüde politik ve örgütsel tasfiyeciliğe mahkumiyeti, işçi sınıfı hareketine yakınlaştıkları ölçüde politik hayatiyetlerini sürdürebilmelerini mümkün kıldı.

Sosyalist sistemin 1980’lerin sonunda hızlanan çöküşünün SSCB’den Arnavutluk’a sirayet eden gelişimi, 1970’lerde anti-sovyetik siyasetin etki alanında kalan devrimci örgütlerin sosyal-emperyalizm teorilerinin iflas etmesine yol açtı. Yükselen karşı-devrimci dalga karşısında, Maoculuğu daha 12 Eylül öncesinde terk etmeye başlamış devrimci-demokrat örgütler (TDKP, TİKB vs.) sosyalist hareketin uluslararası genel çizgisiyle düşmanlaşmış politikalarını terk etmeye, sosyalist sistemden artakalan Küba ve Vietnam gibi mevzileri savunmaya ve komünist solun geleneksel örgütleriyle bağlarını onarmaya yöneldi.

Geleneksel komünist solda yer alan, UDC ve ileri demokrasi gibi şabloncu politikaları, CHP ile ittifak öngörüleri iflas eden TKP ve TİP gibi örgütler, TSİP ve TKEP ile birlikte “Sol Birlik” politikalarına yönelmekteyken, sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte dünya çapındaki karşı-devrimci dalganın etkisi altında tasfiyeciliğe yönelmeyi seçti. Bu yöneliş, Türkiye sosyalist hareketinin tarihindeki en geri ve uzlaşmacı program temelinde TBKP’nin oluşturulmasıyla ve Özal’ın liberalizmine güven temelinde her ne pahasına olursa olsun Türkiye’ye dönüş kararıyla sonuçlandı. Karar TKP’nin ve TİP’in TBKP önderleri eliyle politik ve örgütsel tasfiyesiyle noktalandı. Tasfiye sürecinden kendini uzak tutan TSİP ise sosyalist sistemin çöküşü dalgasından paniğe kapılan kendi yöneticileri eliyle aynı bataklığa sürüklenmek istendi.

1980-2000 döneminde sosyalist hareketin bağımsız bir örgütsel, ideolojik ve politik çizgiyi muhafaza etme, sivil-toplumculuğun, Özal-AKP liberalizminin, sosyal-demokrat reformizmin, burjuva sosyalizminin, milliyetçiliğin, İslamcı siyasetin kuyruğuna takılmaktan sakınma çabaları, bir dizi ara halkadan ve evreden geçerek, ileri ve geri adımlarla, kadro kayıplarıyla bugünlere devrolundu. TKP-Gelenek çevresi, kendi etki alanında sosyalist hareketin önemli bir tabanını ve kadro birikimini korumayı başardı. ÖDP likidasyon ve örgütsel konsolidasyon arasında gitgeller yaşayarak, liberalizm ve devrimcilik arasında salınımlar yaşayarak devrimci-demokrat akımın işçi sınıfı sosyalizmine yakın tarafında (küçülmek pahasına) tutunmayı başardı. TSİP kendi önderliğinin çoğunluğu tarafından tasfiye girişimini ve eşzamanlı kapatma davalarını savuşturarak işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız güzergahına parti kimliğini ve geleneğini armağan etmeyi ve örgütsel yeniden inşa yoluna çıkmayı başardı. Ekim çevresi, 1990’larda devrimci-demokrasiden işçi sınıfı sosyalizmi saflarına ısrarlı ve işçi sınıfı eksenli bir sosyalist siyasetin temsilcisi olarak taze kan taşımayı başardı. Sorun, Ürün, Savaş Yolu gibi dergi çevrelerinde işçi sınıfı sosyalizmi eksenine bağlı direnç öbekleri gelişmeyi sürdürüyor. Bütün bu gelişmeler, 2000’lerde işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız politik ve ideolojik çizgisinin, örgütsel güvenceler yaratmaya aday bir birikimin koşullarını oluşturuyor.

İşçi sınıfı sosyalizminin 1980-2000 sürecinden devraldığı mirasın önünde bugün iki yol bulunuyor. Bu yollardan birincisi, politik ve ideolojik bağımsızlığın tahkim edilmesi ve derinleştirilmesi, örgütsel güvencelere kavuşturulması, safların birliğinin sağlanması yoludur. Mustafa Suphi ve 15’lerin, TKP örgütlerini birleştirdiği 10 Eylül 1920 Baku kongresinden birkaç ay sonra katledilmelerinin 90. yıldönümünde, işçi sınıfımızın merkezi otoritesini oluşturmuş öncü partisinin, geleneğimize bağlı ve adına layık bir komünist partisinin eksikliği meselesi devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin derin bir rejim krizi içinde bulunduğu bugünkü koşullarda, bu eksiklik, iç çatışma ve bölünmeler yaşayan siyasal sahnede işçi sınıfımızın elini kolunu bağlıyor. Siyasal kurmaylıktan yoksun işçi sınıfımız, burjuvazinin farklı politikalarının yedek gücü olarak kalıyor, harekete geçemiyor, önünü göremiyor. Sınıf mücadelesini felceden bu meselenin halli, bugün gündemin ilk maddesidir. TKP’nin adını veya iddialarını taşıyan, kimliğini sahiplenen ama bilimsel sosyalizmden değişik derecelerde uzaklaşan, işçi sınıfının öncü partisi kimliğini tek başına taşıyamayan çeşitli örgütler, aynı nedenlerle bu boşluğu doldurmaktan uzak bulunuyor. İşçi sınıfının siyasal kurmayı işlevini üstlenmiş, burjuvazinin ideolojik-siyasal-ekonomik egemenliğinden bağımsız örgütlenmiş, işçi sınıfının ileri ve öncü unsurlarını birleştirmiş, marksizm-leninizme sımsıkı bağlı, enternasyonalist, yurtsever, devrimci, türk ve kürt halklarının ilerici ve devrimci güçlerini kendi saflarında kaynaştırmış, genç işçilerin mücadele dinamizmini seferber edebilen, sürekliliğini burjuva icazetine bağlamayan bir komünist partisinin inşası, bu boşluğu doldurmanın yegane koşuludur. 10 Eylül 1920 kuruluş geleneğine bağlı bir partiyi inşa sürecinde birleşebilecek kadroların bir bölümü yasal sol partilerde, bir bölümü dar hizip zeminlerinde örgütlüdür. Kadro potansiyelimizin ve yakın toplumsal etki halkamızın ağırlığı, 1990’lardan başlayarak, küçük burjuva demokratlarının, liberallerin, anarşist ve troçkist grupların ideolojik açıdan bozucu etkilerine maruz kalmıştır. Kitle dinamizmi sergileyen ve devrimci irade sahibi unsurlar ise halkçı-devrimci demokrat akıma tutunmuştur. Geriye kalan unsurlar ise yerel grupların ve dergi çevrelerinin sınırlayıcı zemininde hapsolmuş, sendikalarda gündelik çalışmalara kısıtlanmıştır. Kürt halkı içindeki zeminlerimiz ise kürt ulusal demokratik hareketinin savrulmalarına hapsolmuş durumdadır. Geleneğimize ve marksizm-leninizme bağlı bir komünist partisini, inşa etmek, 1990’ların tasfiyeci ruhunu altetmekle, kolektif birleştirici bir çabayla mümkün olacaktır. TSİP bu sürecin sahibi ve örgütleyicisi olmayı kendine görev seçmiştir.

Önümüzdeki ikinci yol, yukarıda önceki dönemlerde örneklenen yanlışların tekrarlanmasıdır. 1980’lerde SODEP, SHP kuyruğunda koşanlar, bugün Saadet Partisi’nin kılıç artıklarıyla sol siyaset gütme hayalleri kuranlar, AKP gölgesinde solculuk oynayanlar,  burjuvazinin şu veya bu siyasal akımına bel bağlayanlar, kuyruğuna takılanlar, geleneğimizde defalarca düşülmüş ve sakınılması gereken bir yanlışı tekrarlama peşinde koşuyor. Bu yol çıkmaz sokaktır.



1 Şubat 2010 Pazartesi

SİYASAL GÜNDEME DAİR ANALİZLER 8

REJİM KRİZİNDE BÜYÜK SERMAYENİN SEÇENEĞİ
12 EYLÜL’ÜN RESTORASYONU

Egemen büyük sermaye sınıfının iç bölünmelerinin ve gerilimlerinin yol açtığı siyasal rejim krizinin yarattığı sarsıntılar düzenin duvarlarını titretmeyi sürdürüyor. Duvardan sökülen kopan taşların yer yer gedikler açtığı, işçi hareketinin sıcak soluğunun bu gediklerden içeri sokularak Ankara’nın soğuk buzullarını yaladığı izleniyor. Büyük sermaye tekelleri ve siyasal temsilcileri, yakın geleceğin temel yönelimini belirleyecek tek bir önderlik etrafında birleşemiyor, bu nedenle farklı siyasal-toplumsal yönelişlere sahip farklı burjuva karargahlar arasında sertleşme eğilimleri gösteren bir gerilim ve çatışmanın işaretleri birikiyor. Geçen yüzyılda, örneği Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı ve yıkıldığı dönemde gözlenen boyutlarda bir siyasal kaos ve fırtınanın haberci bulutları ülkenin ufuklarını kaplıyor.

Ankara’da ilerleyen kaotik siyasal süreç, hareketimizin bir bütün olarak gelişmelerin hızını yakalama ve yorumlamada yetersiz kaldığını, geciktiğini, gelişmelerin gerisinden sürüklendiğini de gösteriyor. Fırtına hızıyla ilerleyen siyasal gelişmeleri, günübirlik yorum ve analizlerle kavramak gittikçe güçleşiyor. Gözlerimizin önünde şekillenmekte olan büyük resmi görmekten aciz çok sayıda burjuva yorumcu da parçalı kırıklı analizlerin peşine takılıyor, gelişmeleri geriden izliyor. Bazı istisnalar hariç tutulacak olursa, sol muhalefetin geniş yelpazesi içinde yer alanlar da, fareli köyün kavalcısını izlemeye teşne görünüyor. Pusulasızlık, irili ufaklı burjuva ve küçük burjuva özneleri ve bunlardan etkilenen işçi hareketi içindeki unsurları, büyük sermayenin nisbi ağırlığa sahip karargahlarının safına sürüklüyor.

Kaygan ve değişken zemindeki hızlı gelişmelerin işaret ettiği ana yöne dair bazı saptamalarımızı kamuoyu ile paylaşmamız, sol saflarda da etkili olan burjuva öznelerdeki savrulmaları sergilememiz, gelişmelerin gerisinden sürüklenmeye son verebilmek açısından önem taşıyor.

GELİŞMELERİN MADDİ TEMELİ: SERMAYE BİRİKİMİ SÜRECİNİN KRİZİ

Türk büyük sermaye tekellerinin Batı pazarlarına yönelik ucuz emek kaynaklı rekabet gücüne dayanan ihracat eksenli sermaye birikim modeli tıkanmış gözüküyor. Bu tıkanma, kapitalist sistemin uluslararası krizinin de etkisiyle oldukça boğucu ve derin bir kriz biçiminde yaşanıyor.

Nitekim Davos 2010 toplantısında “Büyüme de tek başına işsizliğe çare olmayabilir” diye buyuran Güler Sabancı, aynı gerçeğe işaret ediyor (Cumhuriyet 28.1.2010). Burjuvazinin sermaye birikimi sürecinde yüzyüze geldiği kriz, Türk kapitalizmine özgü değildir, küresel kapitalist sistemin bütününün bir özelliğidir. Kapitalist sistemin üretici güçlerin geliştirilmesine dayanan yeni sermaye birikim modelleri geliştiremediği bir evreye girildiği anlaşılıyor. Geç-kapitalizm olarak tanımladığımız bu evrede kapitalist sistem artık aş ve iş üretemiyor, herkese konut, sağlık hizmeti ve eğitim tedarik edemiyor. Sermaye sınıfının küresel egemenliği açısından insanlık artık bir nüfus fazlasını temsil ediyor. Çorba, yuva, giysi, eğitim, sağlık hizmeti sağlayamadığı insanlığın bu nüfus fazlasını kapitalist sistem küresel ölçekte savaşlar ve doğal felaketlerle yok etme alıştırmaları üretiyor. (Yaklaşık 10 yıl önce AB kapısındaki Türkiye için hızlı büyüme ve işsizliğin azalacağı bir dönem hayalini savunan ve Avrupa Birliği içinde bir “sol” stratejiyi sendikalizm ile birleştirmeyi propaganda eden sol-liberal yazıcılarımız, örneğin Kristal-İş sendikası uzmanı ve ÖDP Parti Meclisi üyesi Aziz Çelik gibileri anımsanmalı)

Eczacıbaşı Topluluğu Üst Yöneticisi Erdal Karamercan da, Türkiye’de yeni bir büyüme ve sanayileşme rotası olmadan gidilebilecek son noktaya varıldığını savunarak “Özellikle büyüme stratejimizde dışsatım odaklı, sanayi ve hizmet üretiminde katma değer yaratabilecek sektör ve işkollarına destek sağlamaz ve yüksek açık, düşük kur, yüksek faiz sarmalından kurtulamazsak işimiz güç olacak” diye mevcut krizi açıklıyor (Cumhuriyet 18.1.2010: 13). Bu bakış açısının fazlasıyla öznel olduğu sanılmamalı. “24 Ocak- 12 Eylül rejimi” çerçevesinde ucuz emek sömürüsüyle üretilen malların ihracatına dayalı sermaye birikim politikasında varılabilecek en dip noktaya varıldığını itiraf eden bu beyanat, Türk büyük sermaye tekellerinin de önlerini görmediğini, yüksek teknolojili ve sermaye-yoğun sektörlere sağlanacak yatırım desteğiyle Eczacıbaşı gibi grupların sermaye birikimi açısından soluk alabileceğini, ama 75 milyonluk Türkiye nüfusunun bu çözümlerle nasıl iş bulacağını, karnını doyuracağını, giydirileceğini, barınacağını, ısınacağını, hastasına ilaç ve tedavi olanağı sağlayabileceğini açıklayamadığını gösteriyor.

2001 krizini izleyen AKP yılları, büyük tekelleri yabancı ortaklarla kolkola devlet mallarının kamu mülkünün yağmalanmasına davet eden bir kurtlar sofrası yarattı ve bu yolla sermaye birikimi krizini öteledi. Şimdi 2008-2009 dünya krizinin orta yerinde deniz bitti ve 12 Eylül’ün sermaye birikim modeli duvara tosladı. Varılan noktada, Türk burjuvazisinin en azgın ve yabancı ortaklıklar yoluyla küresel sermaye çıkarlarıyla en fazla birleşmiş kesimi için, Türkiye artık bir fazlalıktır. Türkiye’nin kendini doyuramayan besleyemeyen, giydiremeyen 75 milyonluk nüfusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sermaye birikimi açısından anlamını yitirmiş bir iç pazara dayanan ulusal coğrafi sınırlarının ölçeği, kurtulunması gereken bir yüktür. Türk tekelci sermayesi, giydirip besleyemediği fazla nüfusu artık AB ülkelerine işgücü olarak ihraç edemiyor, AB üyeliği sürecinin de tıkandığı koşullarda, burjuvazinin fazla nüfus için tek projesi, ucuz asker olarak donatılmış yoksul Mehmet’lerin emperyalist askeri maceralarda (Afganistan’da, Somali’de, Yemen’de vs.) kırdırılmasıdır.

1970’lerin başında kapitalist sistemin çevre ülkelerinde, iç pazara yönelik ithal ikameci sanayi üretimine dayanan ama yabancı sermaye, yatırım malı ve ara malı girdileri bakımından dışa bağımlı olan sermaye birikim modelinin, emperyalist sömürüye daha fazla kaynak transferi yapamaz, ödemeler dengesi açığını sürdüremez, emperyalist tekeller ve yerli ortakları lehine sermaye birikimini sürdüremez duruma geldiği biliniyor. Emperyalist merkezlerin kendi ülkelerinde düşen kâr oranlarını büyütmek ve kendi işçi sınıflarının mücadeleyle kazanılmış nisbeten yüksek ücretlerinin düzeyini aşağıya doğru bastırmak ve sosyal haklarını budamak amacıyla üretim faaliyetlerini çevre kuşaktaki ülkelere taşıdığı, Türkiye gibi çevre kapitalist ülkelerde ortaklıklar kurulmasına, karşılıklı ticaret ilişkilerinin ve sermaye ihracının serbestleştirilmesine hız verdiği bu yıllarda, emperyalist kâr arayışının yön verdiği neo-liberalizm ve emperyalist askeri saldırganlık politikaları tırmandırıldı, çevre kuşakta yer alan kapitalist ülkelerde (Yunanistan, Endonezya, Filipinler, Güney Kore, Şili, Türkiye, Pakistan, Arjantin, Uruguay, Bolivya, Brezilya vs.) askeri darbelerle faşist diktatörlük rejimleri tesis edildi, sosyalist sistemi istikrarsızlaştırıcı saldırgan silahlanma ve askeri yayılma politikaları tırmandırıldı, sosyalist ülkelerde karşı-devrimlerin hayata geçirilmesi hedeflendi ve büyük ölçüde başarıldı, Falkland adaları, Grenada, Yugoslavya, Irak, Afganistan işgal edildi. Bu dönemin çevre ülkeler için öngörülen sermaye birikim modeli, ucuz emek gücüne dayalı ucuz üretim temelinde emperyalist Avrupa ve ABD pazarlarına ihracat politikasıydı.

Yurt dışından yatırım malı, ara malı ve para-sermaye girişlerinin tıkanmasını aşmak zorunluluğu ile Türk sermaye tekelleri bu sermaye birikimi modeline balıklama atladı. Başta Avrupa olmak üzere dış pazarlara yönelik ucuz emeğe dayalı ucuz üretimin yolu, “24 Ocak- 12 Eylül rejimi” koşullarında açıldı.

30 yıl sonra bugün, tepeden inme askeri faşist bir darbe ile kurulan 12 Eylül rejimi, tekelci sermaye oligarşisinin egemenliği açısından aşınmış ve kullanım süresi tamamlanmış bir rejimdir. Fiziksel varoluş sınırlarına dayanmış olması nedeniyle artık daha fazla ucuzlatılamayan işgücünün sermaye birikimine kaynaklık edememesi sonucunda, ucuz emeğe dayanan ihracat, sermaye birikimi modeli olarak 2001 krizi öncesinde ömrünü tamamlamış bulunuyordu.
Son 10 yılı da kamu mülkiyetindeki mal ve mülkün, doğal kaynakların ve kentsel rantların yağmalanmasıyla geçiren küresel sermaye ile bütünleşmiş tekel grupları, artık Eczacıbaşı yöneticisinin veciz ifadesiyle sermaye-yoğun yüksek teknolojili üretim modelini esas alma arayışındadır. Ne var ki bu arayış, Türkiye Cumhuriyeti ölçeğini fazlalık olarak görüyor, 75 milyonu aşkın halka çalışabileceği bir iş, barınabileceği bir ev, karnını doyurabileceği sıcak bir tas çorba temin edemiyor.

Devletin temelinden çatısına derin bir sarsıntının ve çözülmenin eşiğine ülkeyi getiren maddi temel, emperyalist sermaye ile çıkarları ortaklaşmış tekeller zümresinin egemenliğidir. “24 Ocak- 12 Eylül rejimi”nin de temelini oluşturan aynı sınıfsal çıkarlar, bugün, aşınmış 12 Eylül rejiminin restorasyonu çabası içindedir. 12 Eylül’ün restorasyonu, bir kez daha toplumsal muhalefetin ezilmesini ve teslim alınmasını, ülkenin ve halkın emperyalist çıkarlara kurban edilmesini davet ediyor.

RESTORASYON SİYASETİNE TEORİK BAKIŞ

Restorasyon siyasetinin tarihsel toplumsal ilerleme sürecinde oynadığı rol, uygulandığı farklı toplumlarda farklı dönemlerdeki etki ve sonuçları hakkında birkaç teorik vurgu yapmadan, burjuvazinin “12 Eylül’ün restorasyonu” seçeneği anlaşılamaz.

Restorasyon siyaseti, tarihteki belli başlı örneklerine bakıldığında da anlaşılacağı üzere, toplumsal ilerlemeye karşı egemen güçlerin yönetici konumunu tahkim etmenin biçimlerinden biridir. Restorasyon siyasetinin gericiliği tahkim etme, yeniden yapılandırma, onarma gibi anlaşılması gerekir. Öte yandan restorasyon siyaseti, basitçe herhangi bir gericilik eğilimi olarak tanımlanamaz, bundan daha ötesini temsil eder, daha kapsamlı ve karmaşıktır.

Restorasyon siyasetinin en önemli örnekleri, toplumsal ilerlemenin hızlandırıcısı devrimlerin soluğunun tükendiği karşı-devrim dönemlerinde yaşanmıştır.

Devrimin yıktığı geri toplumsal ilişkileri yeniden tesis eden, onaran, eski düzenin siyasal temsilcileriyle yükselen ilerici sınıfın devrimci gelişmenin sonuna kadar gitmesinden ürken ve geri çekilen temsilcileri arasında bir uzlaşmayı temsil eden bu örneklere, İngiliz ve Fransız burjuva devrimlerini izleyen karşı-devrim süreçlerinin sonrasında rastgeliniyor. 1980’lerin sonunda Rusya’da ve Doğu Avrupa’da kurulu sosyalist devletlerin uğratıldığı restorasyon da, karşı-devrim sürecinde kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden tesisine denk düşmektedir. Ancak restorasyon siyasetinin her zaman bir siyasal karşı-devrim sürecini izlemediği de bilinmektedir. Bazan restorasyon, eski düzenle uzlaşan devrimci iktidarın bazı temsilcileri tarafından bir siyasal karşı-devrim öncesinde de uygulamaya geçebilmekte, karşı-devrimin hazırlayıcısı ve maddi temellerinin oluşturucusu işlevini üstlenebilmektedir. Sovyetler Birliği’nde 1950’lerden başlayarak özel mülkiyet ilkesinin restorasyonu doğrultusundaki sinsi ve ufak adımlarla döşenen zeminin, Çin Halk Cumhuriyeti’nde 1960’lardaki sözde kültür-devrimi kampanyasıyla girişilen parti yıkıcılığının, her iki büyük sosyalist ülkede 1980’lerden başlayarak izlenen özel mülkiyete açılım, reform ve yeniden yapılanma siyasetlerine yol açması, restorasyon programlarının bu özelliğine örnektir.

Restorasyon siyasetinin doğrudan devrim ve karşı-devrim süreçleriyle ilişkisi bulunmayan, sömürücü sınıfın egemenliğini sürdürme, modernleştirme, yeniden düzenleme ve tahkim etme uygulamalarını kapsayan, böylece toplumsal ilerleme dinamiklerinin miadı dolmuş egemenlik biçimlerine devrimci bir saldırısını önlemeyi veya geri bir egemenlik sistemini modernleştirerek rakipleri karşısında istikrarlı ve güçlü bir düzen olarak muhafazasını öngören örnekleri de bulunur. Feodal Japonya’yı hızla kapitalist gelişme yoluna sokan ve modernleştiren Meiji restorasyonu, modernist batılı ilkelerle doğulu Japon değerlerinin sentezine dayanan ve imparatorluk iktidarının tekelini restore eden bir yeniden yapılanmayı temsil ediyordu. İmparator iktidarının meşruiyeti üzerinden kurulan yeni rejimin temel hedefi “ülkenin zenginleşmesi ve güçlü bir ordu” sloganı ile ifade ediliyordu. Feodal mülkiyet altındaki toprakları İmparator’un merkezi denetimine veren yeni rejim, Japonya’da güçlü bir merkezi ulusal birlik sağlanmasının temelini oluşturdu. Feodal bir zümre olarak Samurai sınıfı tedrici önlemlerle tasfiye edildi ve zorunlu askerlik uygulaması başlatıldı. Feodal Almanya’da Bismarck tarafından yukardan aşağıya başlatılan ve Almanya’nın ulusal birliğini ve kapitalist sanayileşmesini hedefleyen restorasyon siyaseti de benzer bir örneği temsil ediyordu. Her iki örnekte, eski düzenin seçkinleri kapitalist modernleşme temelinde yeniden yapılandırıldı ve egemen soylu tabaka yukardan aşağıya burjuvalaştırıldı.

Restorasyon siyasetinin karşı-devrim süreciyle ilişkisiz bir başka tarihsel örneği ise, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Batılı güçler tarafından işgal edilen Batı Almanya’da yıkılan Nazi rejiminin ardından kapitalist sistemin restorasyonudur. Ilımlı bir Nazizmden arındırma politikasının eşlik ettiği bu dönemde, Doğu Avrupa’da kurulan sosyalist iktidar örneklerine karşı tahkim edilmiş bir kapitalist sistemin muhafazası esas alındı. Bu örneğin bir benzeri İspanya’da Franko faşist diktatörlüğünün son bulmasının ardından yaşandı.

Franko rejiminin tasfiyesi, Franko işbaşındayken 1960’larda başlatılan uzun ve tedrici bir liberalleşme temelinde yürütülen restorasyon siyasetinin, Franko’nun eceliyle ölmesi sonrasında Bourbon hanedanından Kral Juan Carlos’a emanet edilmesi ekseninde tamamlandı. Kral’ın meşruiyetini temin eden ve bizdeki operet darbecilerini andıran 1981 Yarbay Tejero “darbe girişimi”nin Kral tarafından bastırılmasıyla (dolayısıyla Kral Juan Carlos’un darbe önleyici olarak meşrulaştırılmasıyla) yol alan restorasyon siyaseti, İspanya kapitalizminin NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne entegre edilmesiyle sonuçlandı. Faşist diktatörlük rejimlerinin miadını tükettiği veya denetimli olarak “yıkıldığı” her iki örnekte, restorasyon siyasetinin temel nitelikleri, ekonomik ve siyasal liberalleşme ekseninde kapitalist sistemin muhafazasının gözetilmesiydi. Yeni rejim, İspanya örneğinde faşist diktatörlük yerine gerici bir meşruti monarşi sisteminin geçirilmesiyle, Batı Almanya örneğinde ise eski rejimin burjuva ve bürokratik seçkinlerinin Nazi üniformaları yerine sivil kostümlere bürünmüş olarak işbaşında tutulmasıyla ve rehabilite edilmesiyle kuruldu.

Gerici restorasyon siyasetleri ve özellikle bu siyasetin karşı-devrimlere eklendiği örnekler, tarih boyunca toplumsal ilerlemenin engeli olmayı gözetmiştir. Restorasyon siyasetinin ve karşı-devrimci girişimlerin, tarihin tekerleğini durdurma iddiası, ilerlemeyi toptan tasfiye etme gayesi, hedefledikleri geri aşamalara insanlığı döndürme niyetleri, bir yanıyla, tarihsel olarak olanaksızdır. Fransız Krallığı’nı diriltme ve Bourbon hanedanını yeniden işbaşına getirme çabası, Romanov hanedanı’nı Rus Çarlığı tahtına yeniden oturtma niyeti, Hilafeti ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden tesis etme girişimleri bu nedenle tarihsel olarak olanaksızdır. Ortaçağ’ın Hıristiyan-Müslüman-Musevi dinsel ideolojilerini insanlığın zihninde yeniden egemen kılma çabaları da aynı nedenlerle tarihsel olarak olanaksızdır. Bu nedenle miadını doldurmuş feodal düzenleri yıkan devrimleri izleyen karşı-devrim ve restorasyon süreçleri, yıkılan feodal düzenin maddi temellerinden çok siyasi-sosyal-kültürel üstyapısını restore etmeyi başarabilir. Bourbon hanedanının yeniden restore edildiği 1810’lar Fransa’sında yaşanan pek çok olay, devlet bayrak ve sembollerinin değişimi, muhalif cumhuriyetçilerin yargılanması, Napoleon’un 1815 darbe girişimi, orduda cumhuriyetçi subaylara yönelik tasfiyeler, kralcı beyaz terör, poliste kralcı güçlerin kadrolaşması, seçim sisteminde muhaliflerin etkinliğini kırmaya yönelik hile ve tasarılar geliştirilmesi buna örnektir ve bu örneklerin restorasyon Fransa’sı ile sınırlı olduğu söylenemez. Burjuva devrimlerinden farklı olarak, toplumun maddi temellerindeki dönüşümün esas olarak işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmesi sonrasında gerçekleştiği sosyalist devrim örneklerinde bile, karşı-devrim ve restorasyon süreçlerinden yıllar sonra bile sosyalist ekonominin ve toplumsal hayatın bazı özelliklerinin yaşamaya devam ettiği bilinmektedir.

Bununla birlikte, kapitalizmin tarihsel evriminin farklı aşamalarında, restorasyon siyasetinin toplumsal ilerleme sürecine etkilerinin başkalaşması da göz ardı edilmemelidir. Burjuvazinin ilerici barutunu henüz tamamen tüketmediği, yükselen yeni ilerici sınıfın (işçi sınıfının) ve ezilen hakların ilerleme bayrağını henüz tamamen ellerine almadığı kapitalizmin erken gelişim aşamalarında, 17-18-19. yüzyılların burjuva devrimlerini veya 20. yüzyılın ulusal kurtuluş devrimlerini izleyen restorasyon ve karşı-devrim siyasetleri bile nesnel ve tarihsel olarak ilerleme sürecinin kazanımlarının bir bölümünü (hiç kuşkusuz yükselen burjuvazinin çıkarlarına denk düşen bölümünü) sahiplenerek ve benimseyerek “tarihsel olarak ilerici” bir rol oynayabiliyordu. Ancak devrimci ilerici gelişimin hızlandığı, yükselen burjuvazinin ilerici barutunu kullandığı, toplumun diğer alt sınıf ve tabakalarını kendi bayrağı etrafında birleştirerek iktidara yöneldiği kapitalizmin erken evrelerinde, “tarihsel olarak ilerici” olmak ile “güncel olarak ilerici olmak” arasındaki mesafenin daraldığı biliniyor.

Kapitalizmin gelişiminin bir sonraki evresinde, merkezde yer alan ülkelerin “emperyalizm” aşamasına vardığı kapitalist sistemin bugünkü geç evresinde ise, burjuvazinin ilerici barutunun tükendiği, ilerleme bayrağının işçi sınıfının eline geçtiği, gericileşmiş ve asalaklaşmış burjuvazinin restorasyon siyasetlerinde tarihsel olarak ilerici olan ile güncel olarak ilerici olan arasındaki mesafenin açıldığı biliniyor. Demek ki bugünkü geç-kapitalizm koşullarında, restorasyon siyasetinin hiçbir biçimi, ilerleme sürecine engel ve tıkaç oluşturmak dışında bir işlevi taşıyamaz. Hiçbir restorasyon çabası, devrimle yıkılmış olsun veya olmasın, tarihsel olarak miadı dolmuş çürüyen ve çözülen bir yapıyı aynen ayağa dikemez. Restorasyon siyaseti, bu nedenle, somut tarihsel ve toplumsal koşullarda bir mücadelenin konusu olarak başarılı olabilir veya olmayabilir. Başarılı olmazsa, somut ve güncel gerici hedeflerine ulaşamazsa, çürüyen ve çözülen yapı ergeç ya bir devrimle yıkılır veya rakipleri tarafından yutulup yok edilir. Başarılı olursa, somut ve güncel gerici hedeflerine erişirse, miadı dolmuş ve tarihsel olarak aşılmış bir düzeni muhafaza etme ve ayağa kaldırma ile sonuçlanabilir, dolayısıyla hedeflerine erişen her restorasyon girişimi aslında toplumsal ilerlemeyi engelleyen ve yavaşlatan bir gerici siyaseti temsil eder. Restorasyon siyaseti bu nedenle “istikrar, özgürlük, refah, kutsallaştırılmış dinsel veya milliyetçi değerler, liberalizm, demokrasi, piyasacılık ve özel mülkiyet” gibi vazgeçilmez söylem ve arayışları kapsar.

Hemen her durumda, ilerlemenin alttan alta işlerliği devam eden maddi nesnel temeli, ergeç bu restorasyon makyajının parıltılı pullarını ve gözalıcı boyalarını yıpratıp döker, çürümüş düzenin “kaos, diktatörlük, geniş halk yığınlarının açlığı ve yoksulluğu, ikiyüzlü mukaddesatçılığın şeytani çehresi, totaliterizm, ekonomik tekelcilik” eğilimlerini her seferinde eskisinden daha güçlü olarak yeniden üretir ve ortalığa saçar. Şu halde her restorasyon girişimi, muhafazaya yöneldiği rejimi ayağa kaldırabilme başarısını gösterdiğinde, o rejim artık eskisinden başka bir rejimdir, “aynı nehirde iki defa yıkanılamaz”. Ne varki her başarılı restorasyon, restore ettiği miadı dolmuş düzenin çelişkilerini eskisinden daha güçlü olarak yeniden üretir, kendi iç çatışma ve gerilimlerinden arınamaz, nihayette başarısızlığa mahkumdur.

Ancak Marksist diyalektiğin tarihe uygulanmasının yasalarını bilmeyenler, Marks’ın esas katkısının tarihe müdahale edecek toplumsal öznenin keşfi ve bu öznenin mücadelesini ve iradesini seferber etmenin koşullarının ortaya çıkarılması üzerine odaklandığını anlamayanlar, “tarihsel olarak olanaksız” kavramından kendiliğindenci ve kaderci naif bir iyimserlik bekleyebilir.

Dolayısıyla Fransız Krallığı, Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu bugünün koşullarında yeniden diriltilebilir, Papalık, Ortodoks Patrikliği, İslam Hilafeti rehberliğinde dinci ideolojinin egemenliği bugünün koşullarında yeniden kurulabilir. Ölü rejimlerin ve ölü ideolojilerin yeniden ayağa kaldırılması, bu rejim ve ideolojilerin tarihteki rollerine (feodal sistemin çöküşü yüzyıllarına) aynen geri dönülmesini değil, bugünkü geç-kapitalist sistemin çöküşü çağındaki yeni işlevlerine soyundurulması demektir. Bu nedenle, “tarihsel olarak olanaksız olan”ın, güncel olarak da olanaksız olduğu öne sürülemez.

Restorasyon siyasetiyle diriltilmek istenen rejim ve ideolojiler, bugün birer hortlak değil (öyle olsaydı korkmak ve karşı durmak gerekmezdi) gericiliğin güncel ve somut görünümleridir. “Ilımlı” İslam, “Modern” Hıristiyanlık, “Modern” Siyonizm, ve bunlara eşlik eden piyasacı-liberalizm, milliyetçilik gibi akımlar, insanlığa yöneltilmiş çeşitli ideolojik, siyasal ve kurumsal biçim ve çeşitleriyle birlikte gericiliğin bugünün koşullarındaki en sivri uçlarını temsil ediyor.

İnsanlığın savaşsız ve sömürüsüz bir dünyaya yürüyüş mücadelesinin önündeki en önemli engeller olarak “mahşerin bu üç-beş atlısı”, bugünkü biçimiyle “ılımlı”, “modern” ve “sosyal” değil “aşırı, köktenci”, “pre-modern arkaik” ve “anti-sosyal” olarak nitelendirilmeyi hak ediyor. Şu halde, restorasyon siyasetiyle diriltilmek ve muhafaza edilmek istenen rejim ve ideolojileri değerlendirirken, bu dirilişin geçmişte kalmış örneklerine bakarak bugün bir ilerlemeyi temsil etmeleriyle avunmak mümkün değildir. Restorasyon siyasetinin örneklerini değerlendirirken, hangi çağda gerçekleştiklerine bakmak temel koşuldur. Bugünkü koşullarda, toplumsal ilerlemenin nesnelliğinin insanlığı kapitalizmden sosyalizme geçiş için seferber olmaya ittiği bu tarihsel çağda, restorasyon siyasetinin örneklerini değerlendirirken, bu siyasetlerin “bugünkü koşullarda neyi temsil ettiği?” sorusuna odaklanmak gerekir.

RESTORASYON SİYASETİNİN POLİTİK AĞIRLIK MERKEZİ

Burjuva diktatörlüğünün muhafazası ve yeniden yapılandırılması siyasetinin bütün tarihsel örneklerinde, politik ağırlık merkezinin, burjuvazinin siyasal egemenlik biçimi olarak devletin çelik çekirdeğinin yeniden düzenlenmesi odaklı oluşu dikkat çekicidir.

Burjuva devletinin “çelik çekirdeği” kavramına yakından bakmak elzem. Bu kavramı, Leninist parti teorisinde yer alan ve işçi sınıfının siyasi kurmay heyetinin beyni ve kalbi olan “Leninist çelik çekirdek” kavramından uyarlıyoruz.
Leninist parti teorisinde “çelik çekirdek” kavramının, işçi sınıfının siyasal hareketinin en deneyimli, en kararlı, en mahir, en bilinçli unsurlarını bir araya getiren ve sürekliliği olan öncü kadroyu tanımladığı biliniyor. Modern sınıf mücadeleleri içinde işçi sınıfıyla karşı karşıya gelen burjuvazinin de az çok sürekliliği olan böyle bir kadronun yönetiminde hareket ettiği bilinmekle birlikte, burjuva devlet ve siyaset teorisine ilişkin yazında burjuva devletinin örgütlenmesinde ve işleyişinde bu kadronun rolü ve işlevi konusunun fazlasıyla ihmal edildiğini, bu ihmalin kendi saflarımızda Leninist “çelik çekirdek” kavramının ihmaline denk düştüğünün altı çizilmelidir.

Bütün burjuva devletlerinde, burjuvazinin siyasal egemenliğinin çekirdeği, yürütme organı hükümet içinde yer alan bir “iç kabine” ile daimi ordu ve devlet bürokrasisi içinde yer alan ve siyasal zor tekelini elinde bulunduran “bürokratik oligarşi” etrafında örgütlenmiştir. Burjuva devletinin somut koşullara ve sınıf mücadelesinin dengelerine bağlı olarak daha gerici ve baskıcı biçimlere büründüğü veya daha açık ve nisbeten demokratik biçimlere büründüğü koşullarda, bu “çekirdek hükümet” ve “bürokratik oligarşi” yapısının muhafaza edildiği biliniyor. Toplumsal rıza ve meşruiyet üreticisi kurumlar olarak parlamento, siyasal partiler, seçim mekanizmaları, mahkemeler, medya bu çekirdeğin etrafında somut tarihsel ve toplumsal koşullara bağlı olarak burjuvazinin sınıf egemenliğini sürdürme ve koruma bakımından somut ve değişken işlevler üstlenebilir. Ancak sermaye sınıfının egemenliğinin muhafazasında kalıcı ve nihai güvence, bahsi geçen “çelik çekirdek” kavramıyla anlaşılabilir.

Burjuva devletinin çelik çekirdeğine biraz daha yakından bakıldığında, burjuvazinin siyasal iktidar iradesini temsil eden en bilgili, deneyimli, yetenekli ve az çok daimi unsurlardan oluşan bir kadroyu birleştiren “iç hükümet” ve “bürokratik oligarşi” yapılanması dikkat çekmektedir. İç hükümet, esas iktidar organıdır ve İçişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Maliye Bakanlığı etrafında yapılanmıştır. Bu bakanlıklar ve ilişkili olduğu bürokratik oligarşinin kurumları (MGK, Mahkemeler, Hapishaneler, Polis örgütü, Ordu, Vergi Daireleri) burjuva sınıf egemenliğinin esas halkalarıdır. İşçi sınıfı, tekelci sermaye dışındaki küçük ve orta burjuva yığınlar, köylülük üzerindeki egemenlik, bu halkalar üzerinden sağlanır ve sürdürülür. İlgi çekici olan, istisnasız bütün burjuva devletlerinde, bu çelik çekirdek içindeki kurumlarda yer alan isimlerin izi sürüldüğünde hep aynı isimlere ulaşılmasıdır.

Hükümetin dış halkası (Sağlık Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, hatta Dışişleri Bakanlığı vs.), parlamento gibi kurumlar aslında burjuvazinin siyasal iktidar aracı değil, bu iktidar kurumlarına toplumsal meşruiyet ve rıza üretme araçlarıdır. Bu biçimiyle, burjuva devletinin çelik çekirdeğinin gerçek politik egemenlik kurumlarını temsil ettiği, parlamento ve dış kabine gibi yapıların ise burjuva devletinin politik-olmayan yanını oluşturduğu varsayılabilir.

Sermaye birikimi rejiminin yeniden yapılandırılmasının, emeğin ucuzlatılması ve ucuz emek temelinde ucuz ihracata dayalı sermaye birikimi rejiminin tesisinin, yani 24 Ocak Programı’nın hayata geçirilmesinin, böylelikle egemen burjuva sınıfının içinde çıkarları emperyalist tekellerle barışık bir zümrenin palazlandırılmasının ve mutlak iktidarı ele geçirmesinin, 12 Eylül Faşizmi koşullarında nasıl sağlandığı iyi biliniyor. Evren-Özal diktatörlüğü olarak kurulan bu siyasal rejim, toplumsal meşruiyet ve rıza üretme aracı olarak parlamentonun ve seçim mekanizmalarının askeri-bürokratik vesayet altına alındığı, kuvvetler ayrılığı ilkesi kaldırılarak mahkemelerin hükümet vesayetine bağlandığı, burjuvazinin toplumsal-ideolojik egemenlik mekanizmaları arasında yer alan medya ve akademinin YÖK, RTÜK ve hükümetin doğrudan ve büyük sermayenin dolaylı denetimine alındığı, Ordu, İstihbarat ve Polis bürokrasisinin muhalif unsurlardan temizlenerek NATO vesayetine alındığı bir süreç içinde inşa edildi.

1980’lerin sonundan bu yana yükselen sınıf mücadelesi, demokratik hak ve özgürlük talepleri, 12 Eylül rejiminin duvarından söktüğü tuğlalarla rejimi aşındırdı. Türk kapitalizminin kendi evrimi, bölgesel değişimler, emperyalizmin ve Türkiye’deki çıkar ortaklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin ölçeğini fazlalık olarak gören yeni sermaye birikim modelleri arayışı, 12 Eylül rejiminin miadını doldurdu. 12 Eylül ile palazlanan tekelci sermaye zümresi, şimdi emperyalizmin doğrudan müdahalesiyle hem sivil toplum düzleminde hem de siyasal rejim düzleminde yaşanan krize yanıt olarak, yeni bir siyasal-ekonomik yapılanma programını şekillendirmeye ve hayata geçirmeye çabalıyor.

12 EYLÜL’ÜN RESTORASYONU PROGRAMI

12 Eylül faşizmi ile mutlak ekonomik ve siyasal iktidarı ele geçirmiş bu tekelci sermaye zümresinin yeni rejim arayışının özü nedir? Bu konuda rivayet muhtelif. Tekelci sermaye zümresinin ve pro-emperyalist seçeneklerin peşine takılmaya teşne sol-liberal çevreler, 12 Eylül’den liberal ve özgürlükçü bir açılım ile çıkış ve barış içinde demokrasiye geçiş umudunu propaganda ediyor. Kürt ulusal-demokratik hareketinin de savaş yorgunluğu üzerinden bu propagandaya yatmaya eğilimli olduğu anlaşılıyor.

İşçi sınıfı sosyalizmi mihverinde konumlananların ve işçi sınıfı eksenine yakın duranların ise, yeni rejim arayışlarının amacının 12 Eylül’ün restorasyonu olduğunu sezdiği görülüyor.

Bugün emperyalist çevrelerden, ABD ve Avrupa Birliği odaklarından, işbirlikçiliğin şahı AKP hükümetinden, Vatikan’daki Papalık’tan, İstanbul’daki Patrikhane’den, Kudüs’teki Siyonist şeriat devletinden, her boydan ve soydan hilafetçi-şeriatçı-islamcı gericilik odağından, NATO’nun kucağında oturan Genelkurmay’dan, liberal, neo-liberal, sol-liberal, milliyetçi-liberal ve Kemalist-liberal medya organlarından, TÜSİAD-MÜSİAD-TUSKON-TOBB vs. büyük sermaye lobilerinden yayılan mesajların ortak noktası, 12 Eylül’ün restorasyonunu hedefleyen yeni bir siyasal rejimin ve bu rejimin ekonomik temellerinin kurulmasıdır.

Tarihsel olarak olanaksız ancak güncel olarak gerçekleşebilir bu gerici hedef, 12 Eylül’e seçenek oluşturamaz çünkü 12 Eylül’ün gerici ve anti-sosyal amaçlarını günümüz koşullarında restore etmeyi amaçlıyor. Bunun belirtileri nedir?

Devletin çelik çekirdeğinde gerçekleşen yeniden yapılanmaya ilk bakışta bile, bu gerçeği görmemek olanaksızdır. Sivil toplumda, egemen sermaye sınıfının iç mimarisinde, medya tekellerinde, hükümetin dış kabine tarafında, parlamentoda 8 yıldır devam edegelen restorasyon siyaseti, buradaki denge değişikliklerinin zorladığı bir darbe girişiminin 2010’u izleyen dönemeçte hızlandırılmış bir siyasal rejim değişikliği yönünde işlediğini düşündürmektedir.

NATO, ABD ve Avrupa Birliği himayesinde gerçekleşmesi olası bu “Ak Darbe” girişimi, ordu subay kademelerinde devam eden tasfiyeler, 12 Eylül’ün doğrudan cuntaya bağlı DAL kurumlaşmasını veya Nazi rejiminin Gestapo kurumunu andıran “Kamu Düzeni Ve Güvenliği Müsteşarlığı” tesisi girişimleri, mahkeme ve hapishanelerin hükümetin iç kabinesinin doğrudan denetimine bağlanması girişimleri, bu sürecin belirtileridir. Bazılarına göre yeni doğmakta olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, Sınır Muhafız Kuvvetleri, Fethullahçılar denetimindeki yüzbinlerce kişilik resmi polis kuvvetleri, sayıları belirsiz özel güvenlikçiler ve korucular, militarizmin sivil seçeneğidir. Oysa yüzbinlerce kişilik bu paramiliter kuvvetler toplamı, resmi militarist yapının tamamlayıcısı, onun toplum içine doğru genişlemesidir. Sanılanın ve gösterilmek istenenin tersine, paramilitarizm, militarizmin sivil alana daha fazla yayılmasıdır.

12 Eylül’ün restorasyonu programı, Türk kapitalizminin tarihindeki ilk restorasyon çabası da değildir. 1908-1923 Cumhuriyet Devrimi’nin, daha en baştan bir dizi restorasyon girişimine tanık olduğu biliniyor. 15’lerin ve Çerkez Ethem-Yeşil Ordu güçlerinin kanlı tasfiyesine eşlik eden İzmir İktisat Kongresi ve izleyen Takrir-i Sükun dönemi, 1930’lara dek devam eden ilk restorasyon siyasetinin köşe taşlarını dizmiş, 1923 Cumhuriyet rejimi böylece idam yularını kendi boynuna geçirmiş olarak doğmuştur. Kapitalizmin 1929 Büyük Buhranı ile sermaye birikimi sürecinin tıkanması, 1930’lar ve 1940’lar boyunca devam eden yalpalamaların ardından 1940’ların ikinci yarısında, burjuvazinin sermaye birikimi krizi, Anglosakson-ABD emperyalizmi eksenine yanaşma, NATO’ya giriş ve Bayar-Menderes diktatörlüğünün ikinci restorasyon dönemi ile aşılmak istenmiştir. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta kah Kemalist-liberal, kah neo-liberal yönelişlerle birbirini izleyen restorasyon dönemeçleri, her defasında yok edildiği sanılan çatışma zeminlerinin yeniden ve daha güçlü olarak geri dönüşüyle yüzyüze gelmiştir. Restorasyon siyasetlerinin her yeni evresi, liberalizmin yeni bir aşamasının ifadesi olmuştur. Nihayet 2000’lerin başında tekelci burjuvazinin sermaye birikim modelinde geri dönüşü olanaksız bir tıkanma noktasına gelinmiş, ülke ölçeği ve nüfusu kendisine bol gelen tekelci sermayedar zümresi kendisini Avrupa sahillerine vurmuş, AKP hükümeti tasfiye kurulu olarak işbaşına davet edilmiştir. Liberal yazarların dilinde, bugünkü hükümetin “açılım politikalarının içimizdeki Sovyetlerin yıkılması olduğu”, Tayyip Erdoğan’ın da Gorbaçov olduğu söylemleri, tesadüf olamayacak kadar isabetlidir ve açılım söylemi ile restorasyon politikaları arasındaki ilişkiye dair saptamalarımızı doğrulamaktadır.

AKP VE EMPERYALİZM HANGİ HEDEFİN PEŞİNDE? LİBERAL YANILGILAR

Son dönemde gözlenen önemli bir değişiklik, Ergenekon operasyon ve davalarının basıncı altında, liberal akımın ideolojik ve politik etkilerinin yayılmasıdır. Liberal tezler ve hayaller, Kemalist ve sol çevrelere ve oradan toplumun geniş çevrelerine sirayet ediyor. Kemalist aydınlar, sol siyasetin küçük-burjuva aydın damarları, devrimci-demokratlar, DİSK-KESK-TTB-TEB-TMMOB gibi sendikaların bürokrasisi, alevi önderlerinin bir bölümü, liberal etkilere kapılarak son derece yanlış ve tehlikeli düşüncelerin peşinden gitmeye başladı. Bu eğilimin temelinde, cumhuriyetçi küçük-burjuvazinin, tekelci-sermaye ve emperyalizm ile uzlaşma eğilimlerinin yattığı anlaşılıyor.

Kemalist-liberaller (İlhan Selçuk, Hikmet Çetinkaya dahil bir dizi Cumhuriyet yazarları) “bu ülkeye şeriat falan gelemez” diye yalancı bir öz-güven hayalini pompalıyor. Safkan liberaller (Ertuğrul Özkök) AKP’yi “ılımlı-İslam” olarak masum gösteriyor. Kemalist-liberaller (Cumhuriyet yazarları Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, NATO Afganistan temsilciliğinden Mustafa Sarıgül’ün partisine yeni transfer Hikmet Çetin) “Türkiye’de artık darbe olmaz” korosuna katılıyor (Cumhuriyet 23.1.2010: 4). Yazarı Mustafa Balbay halen aylardır hapsedilmiş bulunan Cumhuriyet gazetesi’nin yazarları, darbenin gölgesinin üzerlerine düştüğünün farkında değiller mi? Dahil oldukları koronun şefinin AKP olduğunu, terennüm edilen “darbe olmaz” şarkısının güfte yazarının emperyalistler olduğunu nasıl görmezden geliyorlar? Askeri darbeler artık geride mi kaldı?

ABD’nin artık askeri bir darbeye destek olmayacağı tezi bir güvence midir ve ne kadar inandırıcıdır? Bu soruları, ancak toplumu ve siyaseti işçi sınıfının sağlam bakış açısıyla değerlendiremeyen safdiller sorabilir! Siyaset teorisinde bu tür genellemelerin yanıltıcı olduğu çok iyi biliniyor. Her şeyden önce ABD emperyal tarihinin hangi kalıcı kesitinde askeri işgal ve darbeler yoluyla başka ülkelere müdahaleden vazgeçmiştir? Daha bu satırların mürekkebinin kurumadığı Ocak 2010 günlerinde Honduras devlet başkanına karşı gerçekleşen örtülü ABD destekli darbe hedefine ulaştı ve meşru devlet başkanı Zelaya’nın ve halkın direnişi kırılarak darbecilerin hedeflerine erişmesi garanti altına alındı, Zelaya sürgüne gönderildi. Aynı ay içinde Haiti deprem bahanesiyle ABD askeri güçleri tarafından işgal altına alındı. Kaldı ki darbe yapmanın türlü biçimleri olduğu biliniyor. Hitler’in iktidarı devlet içinde kendisine yolu açan güçlerin yol vermesiyle “meşru” seçimlerle ele geçirdiği ancak sokaktaki paramiliter güçlerine, propaganda ve provokasyon kampanyalarına dayanarak diktatörlüğünü kurduğu biliniyor. Faşizm farklı ülkelerde farklı yollardan iktidarı ele geçirmiştir. Bazı ülkelerde aşağıdan terör ve halk desteği sağlanarak, bazı ülkelerde tepeden inme askeri veya polisiye darbeler yoluyla faşist rejimler kurulabilmiştir. ABD’nin darbelere verdiği destek de koşullara bağlı olarak farklı biçimlere bürünebilir, örtülü destek, açık işgal vs. biçimler alabilir veya bu iki yolun farklı bileşimleri kullanılabilir. Doğu-Avrupa’nın yakın tarihindeki karşı-devrimci darbeler, Çekoslovakya, Romanya, Ukrayna, Gürcistan’daki “renkli devrim” örnekleri unutulmamıştır. “ABD artık darbeleri desteklemiyor” tezi, 12 Eylül darbecisi Kenan Evren’in basın danışmanı Ali Baransel’in veya AKP kurmaylarının sözcülerinin ağzına yakışmaktadır. Kemalist-liberaller bu tezlerin gölgesine sığınarak kendi iplerini çekiyor.

Kemalist-liberallerin diline düşmüş yanlış kavramlardan biri de AKP’nin peşinde olduğu hedefin “sivil darbe” olarak tarif edilmesidir. Sivil darbe yanlış bir kavram, zira 12 Eylül’ün restorasyonu hedefiyle yürütülen ve “Ak Darbe” olarak tamamlanması mukadder bir süreç, ancak askeri ve sivil, militer ve paramiliter, yerli ve yabancı bütün güçlerin ortaklaşmasıyla başarılabilir. Bu yanıyla hiçbir darbe saf olarak askeri veya saf olarak sivil değildir, olamaz da! 12 Eylül de içinde olmak üzere bütün darbeler, askeri ve sivil cephelerde yürütülen faaliyetlerin eseridir. AKP’nin peşinde olduğu hedefin polis devleti olarak tasviri de eksiktir, çünkü polis devleti görünümü, olup bitenlerin sadece bir yanını tarif etmektedir. Ordu içinde devam edegelen subay tasfiyelerinin tek başına polis operasyonu veya Fetullahçı çetenin eseri olarak tarifi mümkün değildir. Bunu iddia edenler, ordu genelkurmayının perde arkasında kalarak ve ellerini temiz tutarak operasyonu bizzat yürüttüğünü görmezden gelenlerdir. 12 Eylül’ün restorasyonu ancak 12 Eylül’ü yapanlar tarafından başarılabilir, bu da merkezinde AKP ile itiş-kakış bir mutabakat sağlamış Amerikancı NATO beslemesi generaller ve egemen tekelci sermaye çıkarları işin içinde olmadan düşünülemez.

Yaklaşan tehlikeyi “şeriat devleti” olarak tarif etmek yine yanlış ve eksik bir resim çizmek demektir. Klasik şeriat tehlikesi, tehlikenin temsilcileri kadar tehlikeyi işaret edenleri de meczup gösteren anakronik bir tehdidi tarif ediyor, oysa şeriat düzeninin içinde mevcut ve bugünkü egemen sınıfların kullanımına uygun gerici ögeler somut, güncel ve modern bir tehlikenin habercisidir.

Bazılarına göre ise yaklaşan tehlike “İslamcı-faşist diktatörlük” olarak tarif edilmektedir. Bu kavram 12 Eylül’e benzer ama farkını işaret etmediği, tarihsel bir bakış açısından yoksun olduğu için eksik bir kavramlaştırmadır.

Safkan liberal ve sol-liberal yaklaşımların yaydığı, Kürt ulusal-demokratik hareketinin de desteklediği “askeri vesayete son verildiği, sivilleşme ve demokratikleşmenin sağlandığı, devletin kirli çekmecelerinin temizlendiği” Ankara Baharı beklentileri ise, olup bitenleri tamamen tersinden açıklamakta, gerici olanı ilerici, sağcı olanı solcu, halk düşmanı olanı halk yanlısı, diktatörce olanı demokratik gibi göstermektedir.

12 EYLÜL’ÜN RESTORASYONU SİYASETİNE YANIT İŞÇİ SINIFINDAN GELECEK!

2010 yılbaşına giderken hareketlenen binlerce Tekel işçisinin ülke çapındaki seferberliğinin, işçi sınıfının mücadelesini büyüten, yaygınlaştıran ve birleştiren bir nitelik kazanmaya başlaması, AKP merkezinden yayılan liberal etkileri kırması, Ak Darbe’ye giden sürece müdahale edebilecek tek ilerici öznenin işçi sınıfı olduğunu, oyunu işçi sınıfının bozabileceğini gösterdi!

İşçi sınıfının kendi özel çıkarları ile ülkenin kaderi arasında bağ kurabilecek, kendi özlük çıkarlarının savunulmasını ancak ülkenin emperyalist tahakkümden kurtarılmasıyla başarabilecek biricik toplumsal güç olduğu, birkaç on yıllık gelişmenin birkaç haftaya sığdığı hızlı gelişmelerle anlaşıldı. Şimdi sıra, Tekel işçilerinin Ankara’daki mücadelesinin ideolojik ve siyasal değil, ekmek ve özlük çıkarları için olduğuna dair işçi kitlelerine yemin ettirmeye çalışan Türk-İş’in sermaye amigosu patronuna inat, bu mücadelenin gerçek taleplerini dile getirmeye gelmiş gözüküyor. Bu yazının kaleme alındığı sırada çağrısı yapılmış ama sahibi ve talepleri belirsiz bırakılmış bir genel grev kapıdaydı. İşçi sınıfı adına siyaset içinde olduğunu söyleyenler dahil bütün parti ve örgütler, meydanları dolduran kitlelerin gerisinde ve kuyruğunda sürükleniyor. Sendikalist taleplerin ötesinde genel grevin örgütlenmesi için işçi sınıfının ve halk yığınlarının birleşmesini kolaylaştıracak seferber edici bir talep dile getiremiyor.

Sokakları ve meydanları dolduran yığınların arasında ise, hükümeti yıkma ve ülkenin kaderiyle ilgili siyasal bir misyonu üstlenme ruh hali kaynaşıyor.

Sonsözü işçi sınıfının söylemesinin koşulu, genel grevin hedefini, Tekel işçilerinin özlük çıkarlarının yani istihdam ve ücrete ilişkin kazanılmış haklarının da tek güvencesi olan siyasal bir talep etrafında dile getirmektir. Şu halde, işçi sınıfı eğer ülke çapında bir genel grev örgütleyecekse, bu grev ancak ülke çapında bir siyasal talebin etrafında örgütlenebilir. Bu talep ancak “İşçi sınıfının bütün kazanılmış haklarına ve ülkenin geleceğine düşman işbirlikçi AKP hükümeti istifa!” olabilir.