24 Mart 2009 Salı

SİYASAL GÜNDEME DAİR ANALİZLER 4


KÜRTLER VE GELECEKLERİ:
KİM KARAR VERECEK?


Kürt sorununda yerleşik düzen içi ve düzen yanlısı tüm eğilimlerin mutabakat halinde ‘tıkandığı’ yeni bir aşamaya varmış bulunuyoruz. Tıkanıklık ve çözümsüzlük, burjuva siyasal eğilimlerin tamamına, liberallere, islamcı gericilere, faşistlere, merkez sağ ve sol partilere, kemalistlere, ordu genelkurmay ve devlet bürokrasisine sirayet etmekle kalmıyor, kürt ulusal demokratik akımının bütün temsilcilerine ve küçük burjuva sol akım ve eğilimlere de bulaşıyor. Çözümsüzlükte birleşenlerin son yıllarda yeni bir mutabakat rüzgarı estirmeye yönelmesi bu nedenle şaşırtıcı değil(1).

Son yıllarda aralarında bazı ÖDP’lilerin, müflis sosyal demokrat ‘kirli savaş’ suçlularının, kürt halkının sahte dostu kimi liberal ve islamcı yazarların ve onların peşinden gidenlerin ağız birliği halinde terennüm ettiği mutabakat yaklaşımının ‘mezarlıktan geçerken ıslık çalmaktan’ farkı yoktur(2). İnşa edilmeye çalışılan yeni burjuva mutabakat zemininin emperyalist emellerin gölgesinde boy verdiği için ölü doğmaya mahkum olduğuna dikkat çekmek ve halkların kardeşliği ve özgürlüğü için gerçek bir çözümü bir an önce tartışmaya başlamak gerekiyor.

Burjuva mutabakatının unsurları olarak şunlar dile getiriliyor: PKK silahlı güçlerini ve silahlarını teslim etsin, Apo ömür boyu tecrit hücresinde yatsın, kürtlere kollektif değil ama bireysel olarak kimi kültürel haklar tanınsın, kürtler TC’nin AB’ye katılma ve BOP’e destek olma gibi emperyalist projelerdeki rolüne destek olsun, kürt nüfusun çoğunlukta olduğu illerde ve bölgelerde İslamcı-gerici-liberal partilerde (bugün için AKP’de) politik temsil sağlansın, Irak’ta ve tüm yakın coğrafyada fiili ve potansiyel ABD işgaline ve operasyonlarına destek olunsun. Irak’ta ABD süngüsünün ucunda inşa edilen kürt devleti ve İmralı’da tecritte tutulan Abdullah Öcalan, dile getirilen emperyalist- burjuva sözde çözüm mutabakatının hayata geçirilmesi için vazgeçilmez çifte maniveladır. Egemenliği konusunda kaygılı türk burjuvazisi için sopa işleviyle ve Türkiye kapitalizmi ile zoraki imam nikahına mecbur edilen kürt halkı için havuç işleviyle, bu çifte manivelanın ipleri emperyalizmin elindedir(3).

KÜRT SORUNU EMPERYALİST-BURJUVA MUTABAKAT TEMELİNDE ÇÖZÜLEMEZ

Bu mutabakat ölü doğmuştur. Bu mutabakatta birleşenleri birleştiren tek düzlem, Türkiye kapitalizminin çözümsüzlüğe mahkum çıkarlarıdır. Bu mutabakat, burjuva siyasal egemenliğini, burjuvazinin çıkarlarını, yerleşik düzeni, bunların ortaklaştığı emperyalistlerin ve Barzani-Talabani mertebesinden aşiret reislerinin çıkarlarını esas almaktadır. Ezici çoğunluğu ağır baskı, yoksulluk ve mahrumiyet koşulları altında hayata tutunmaya çalışan emekçi yığınlarından mürekkep Türkiye kürtleri’nin çıkarları, varoluşu, geleceği, bu ölü mutabakatın dağıtılmasını, emekçilerin birliğine dayanan yeni bir mutabakatın kurulmasını kaçınılmaz kılıyor.

Kürt ve türk emekçilerinin birliğinden güç alacak ve ülkede hatta yakın coğrafyada emperyalist burjuva politikalara meydan okumaya dayanacak yeni bir mutabakat, halkların özgürlüğü, eşitliği ve gönüllü birliği temelinde yeni bir dünyanın kurucu unsurları olma zemininde yükselecektir. Bu yeni mutabakatın kuruculuğunda birleşmeye aday güçlerin, kürt sorununda siyasal program başlıklarını netleştirmeleri ve bazı yanlış yaklaşımlardan sakınmaları acilen başarılması gereken çok yanlı bir görevdir. Konunun parti birliğini aşan ve sözgelimi iktidara yönelik bir cephe çalışması zemininde öncelikle ele alınması gereken yönleri de yok değildir. Ancak her halukarda bir siyasal program tartışması artık ertelenemez.

KÜRT SORUNUNDA SİYASAL PROGRAM TARTIŞMALARI

2000’li yıllara Türkiye’deki kürt ulusal demokratik hareketinin programatik siyasal yöneliminde ve eyleminde bir değişim, dağınıklık ve çatallanma ile girilmiş olması, Türkiye işçi sınıfı siyasal hareketinde de ‘ulusal sorun’ başlığını yeniden ele alma ihtiyacını yarattı.

Liberalizmin etkisi altındaki politik eğilimler safında, bu ihtiyaç, kürt ulusal demokratik hareketinde (savunmacı ve taktik geri çekilme temelinde kabul gördüğü izlenimi yaratan) ‘ulusal kültürel özerklik’ tezinin daha cüretli biçimde temel alınmasına, kürt sorununda bu teze dayanan siyasal çözüm önerilerinin etkili ve kuvvetli bir biçimde savunulmasına yol açtı. Devrimci demokrat akımlardan bazılarını da peşine takan ve kürt ulusal demokratik hareketinin ana akımının da paylaşıyor gözüktüğü bu eğilimin eleştirisi, bugün esas olarak emperyalist- burjuva mutabakat zemininde düzenin ana mihraklarının benimsediği politikanın eleştirisidir. En açık sözcülüğünü 2003 dönemeci sonrasındaki TKP-Gelenek çizgisinin üstlendiği, ÖDP’nin bir kanadının da bu doğrultuda yer aldığı ‘sol’ yaklaşımın ağır bastığı eğilimler safında ise ‘ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkını’ sorgulama, geçersizliğini ilan etme düşüncesi başgösterdi. Birinci eğilimin eleştirisi başka bir yazının konusu olacaktır. Bu yazıda, esas olarak “sol” yaklaşımın tutumu ele alınacaktır.

ULUSAL KÜLTÜREL HAKLARA DAYALI ÇÖZÜM NEDİR?

Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrası dönemde, Kürt ulusal demokratik hareketinin önderliği ve kadroları, yenilgi ve savunma dönemine özgü taktik arayışlar içinde bir dizi yalpalama yaşadı. Bu dönemin belirleyici çizgisi, üniter devlet içinde birlik anlayışının kabulune, kemalizmin ideolojik ve siyasal meşruiyetinin benimsenmesine, kendi geleceğini belirleme hakkından vazgeçmeye dayandırıldı. Kürt hareketi, siyasal stratejisinin ağırlık merkezini, kürt halkının kendi gücüne dayalı bir savaş yerine, Avrupa Birliği hatta ABD gibi büyük emperyalist merkezlerin himayesine yaslanmaya kaydırdı.

Savunmacı bir anlayışın taktik geri çekilme temelinde benimsendiği izlenimi yaratan bu yeni çizgi, AB’den siyasal çözüm umma, kültürel hak taleplerini öne çıkarma gibi temel özellikleriyle kürt ulusal demokratik hareketinde ve kadrolarında ideolojik ve siyasal belirsizliğe yol açtı.

AB’den siyasal çözüm için himaye ve destek beklentisi, kürt hareketini türk burjuvazisinin AB hedefli siyasal mutabakat zeminine dahil etti ve liberal çevrelerin peşisıra sürüklenen bir yedek güç konumuna düşürdü. PKK merkezini aşarak açık liberal programlar etrafında birleşme eğilimlerinin çeşitli temsilcileri (Osman Öcalan ve arkadaşları, Mehmed Uzun gibi yazarlar) bunu açık açık savunmaya başladı(4).

ULUSAL SORUNA ‘SOLDAN’ GÖZÜ KAPAMA

TKP-Gelenek çizgisinin 2003 dönemeci örneğinde gözlenen (ÖDP’nin bir kanadının da paylaştığı) ulusal sorunda marksist yaklaşımdan “sola” doğru bir savrulma, günümüze özgü bir gelişme değildir. 20. yüzyılın başlarında, Rosa Luxemburg ve Kievski örneklerinde, ulusal sorunu yoksayma tarzındaki bu yaklaşımın görüldüğü, Lenin’in bunu sertçe eleştirdiği iyi bilinmektedir.

Bu yaklaşım, kürt hareketinin bugün emperyalizme karşı ikircikli, yer yer uzlaşıcı, bazı bölmeleriyle ise tam boy işbirlikçi bir siyasal çizgiye yönelmesinden, ideolojik ve siyasal zeminde bilimsel sosyalizmin etki alanından uzaklaşmasından ve örgütsel zeminde tasfiyeciliğe yönelmesinden hareketle gerekçelendiriliyor. Ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkının dönemsel bir politika olduğu, bugün geçersizleştiği, esasen bu politikanın gerçek sahibinin ABD lideri Wilson’da dile geldiği biçimiyle emperyalizm olduğu savunuluyor. Marksizmin zaten işçi sınıfının uluslararası birliğini gözeterek birleşik ve büyük ölçekli devletleri tercih ettiği, ulusal “balkanlaşmaya” karşı çıktığı belirtiliyor. Sosyalist sistemin dağılması sürecinde ortaya çıkan ulusal hareket ve savaşların gerici ve karşı-devrimci niteliğinin bu tezi desteklediği, kürt hareketi de içinde olmak üzere günümüzde varolan bütün ulusal hareketlerin devrimci ve ilerici dinamizmlerini yitirdikleri ileri sürülüyor. Buradan hareketle, ezilen ulus dinamiklerinin önemini yitirdiği ve kürt sorununun artık sadece sınıf mücadelesi bağlamında bir “emekçi sorunu” olduğu iddia ediliyor. “Sosyalist devletlerin genel bir kural olarak ulus-devletler olarak öngörüldüğü” ve “ulusal sorunun marksist teoriye içsel bir kategori olmadığı” biçiminde sivriltilmiş öneriler bu yaklaşımı tamamlıyor.

Bu yaklaşımın marksizm-leninizm ile bağdaşmazlığına ve işçi sınıfı siyasal hareketine böyle bir siyasal programatik çizginin dayatılmasının sakıncasına işaret etmek gerekiyor. Marksizmin yüzelli yılı aşan teorik-siyasal birikiminden ve bugünkü pratik eyleminden hareket ederek, eleştirmeye yöneldiğimiz eğilimin içinde bulunduğumuz dönemeçte sosyalist hareketimizde yaratacağı zararı önlemeyi amaçlayan bir tartışmayı başlatmak istiyoruz.

ULUSAL SORUNA LENİNİST YAKLAŞIMIN TEMELLERİ

Ulusal sorun konusunda Lenin’in yaklaşımı, küresel sermayenin egemenliği koşullarında, ulusların siyasal bağımsızlıklarını kazanabilmeleri ve kendi kaderlerini tayin edebilmeleri olanağını varsayar. Bu koşullarda uluslararası finans sermayesi, siyasal bağımsızlığın kazanılmasından önce de sonra da etkinliğini sürdürebilir, egemenliğini yerleştirebilir. Norveç’in 1905’de siyasal bağımsızlığını kazanıp İsveç’den ayrılmasından önce de sonra da, İngiltere sermayesi bu ülkede etkili olmuştur. Almanya- Polonya ilişkileri de böyledir. Ancak muzaffer sosyalizmin önce SSCB’de sonra dünyanın yarıya yakınında yönlendirici bir güç haline gelmesi sonrasındadır ki, bu durum değişmiş, ulusların bağımsızlığı, muzaffer sosyalizm ile askeri-siyasal-ekonomik bir ittifakı ve bu ittifaktan güç alarak uluslararası finans sermayesinin operasyon alanını daraltan bir ekonomik bağımsızlığı mümkün kılmıştır. Muzaffer sosyalizmin varlığı koşullarında, bir dizi bağlantısız ülke, sosyalist sistemden güç alarak siyasal bağımsızlıklarını ekonomik bağımsızlıkla birleştirebilmiştir. Sosyalist sistemin dağıldığı bugünkü koşullar, bir bakıma Lenin’in yaşadığı ve yazdığı devrim öncesi yıllardaki ortama geri dönüşe yol açmış, “üçüncü dünya” halklarının siyasal bağımsızlıkları, ekonomik bağımsızlıklarının bir vasıtası olmaktan ve emperyalist finans sermayesinin hareket alanını daraltan bir koşul olmaktan çıkmıştır.

Günümüzde ezilen ve sömürge ülkelerdeki halkların, örneğin kürtlerin, kendi kaderlerini tayin etmelerinin ve sözgelimi bağımsızlığının, kürt coğrafyasında emperyalist sermayenin ve kapitalizmin etkinliğinde bir daralma veya gerileme anlamına gelmeyeceği açıktır. Ancak Lenin, Norveç örneğinde olduğu gibi, emperyalist sermayenin ve kapitalizmin egemenlik ve etkinlik alanında bir daralma ve gerileme getirmeyen bu koşullarda bile, hayatın karşımıza getirip dayattığı ezilen ve bağımlı bir ulusun özgürlüğü sorununda, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunmaksızın “sosyal demokrat” sıfatını taşımaya hak kazanılamayacağını söylüyordu. Hayat bizim önümüze de aynı sorunu getirip dayatıyor: Bir türk işçisi, kürt halkının kendi kaderini tayin edebilme hakkını benimseyip savunmadan işçi sınıfı partisinin üyesi olarak kalabilir mi? Bin defa hayır!

Türk kökenli komünistler, bir yandan Kürt halkının kendi kaderini tayin edebilme hak ve özgürlüğünü savunurken, bir yandan da öncelikle Kürt yoldaşlarının ağzından olmak üzere, Kürt halkına ayrılma değil birlik gereğini propaganda edebilir ve bu doğrultuda Kürt yoldaşlarıyla aynı parti çatısı altında birlikte örgütlenebilir. Ama Türk kökenli komünistler, “Kürt ayrılıkçılığı ve bölücülüğüne karşı cihad” yanlısı militarist- şeriatçı- milliyetçi unsurlarla aynı saflarda yani Türk burjuvazisinin bayrağı altında toplanmayı kabul edemez. Böyleleri, Lenin’in deyimiyle, işçi sınıfı partisinin saflarında varlığına tahammül edilemeyecek sosyal-şovenler ve politik hilkat garibeleridir.

Türkiye Kürdistanı’ndaki komünistler, emperyalizme karşı öncelikle Türk halkıyla ve işçileriyle birlik yanlısı propaganda yürüterek (diğer Arap ve Ortadoğu halklarını da bu ittifaka katmayı gözeterek) enternasyonalist yükümlülüklerini yerine getirebilir. Türk-Kürt işçilerinin çatışmasını ve karşılıklı milliyetçilik dalgasını büyütecek bir çizgi izleyerek Türk faşizmine yardım eli uzatmak olasılığına karşı durarak Kürt komünistleri hem ulusal hem enternasyonalist bir politik güç olabilmek için Türk yoldaşlarıyla aynı parti çatısı altında örgütlenebilir.

Lenin, 20. yüzyılın başlarında, yeni ulusal devletlerin ortaya çıkışını, emperyalist egemenlik koşullarında mümkün hatta uluslararası finans sermayesinin yayılmasının ve etkinliğinin kayda değer bir artışına eşlik edecek biçimde gerçekleşebilir bir süreç olarak öngörüyordu. Günümüzde Orta Doğu, Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya ve Güney Doğu Asya’da yaşanan yeni ulusal devletleşme süreçleri, o arada Kürt devletinin oluşumu, emperyalizmin egemenliği dairesinde gerçekleşebilir olasılıklardır ve bugünkü emperyalist askeri ve stratejik planlara denk düşen gelişmeler silsilesini yansıtabilir. Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin oluşumu, Irak topraklarının sömürgeleştirilmesine dönük bir emperyalist planın başarısı çerçevesinde pekala mümkündür. Ancak emperyalist egemenlik sistemini oluşturan zincirin halkalarını koparacak ve kapsamlı, tutarlı, derin ve istikrarlı bir demokratik değişim için kaçınılmaz biçimde sosyalist bir nitelik kazanacak bir dizi devrimci- demokratik adım, emperyalizm dairesinde gerçekleşebilir olasılıkları aşacak bir hareketlilik içinde ulusal süreçleri anti-emperyalist bir yönelime taşıyabilir.

İŞÇİ SINIFININ SİYASAL PROGRAMI VE ULUSAL SORUN

Lenin’in zamanında eleştirdiği Kievski’nin “emperyalist ekonomist” yaklaşımı, günümüzde, yani finans sermayesinin küresel egemenliği çağında, ufak ulusal devletlerin temelinin zayıfladığı, onları istikrarsız ve bir darbede ortadan kaldırılabilecek birimlere dönüştürdüğü, dolayısıyla ulusal devletler düzleminde emperyalist zincirden kopma olasılığına dayanan mücadele çizgisinin, yerini “küresel sermaye blokuna karşı küresel mücadele” toptancı ve afaki söylemine terkettiği bir yaklaşıma denk düşmektedir. PKK’nin yeni çizgisi, troçkist akım ve grupların toptancı programları, ÖDP ve sol-liberalizmle flört eden diğer orta sınıf sosyalizminin temsilcileri, Kievski’nin Lenin tarafından eleştirilen ekonomizmi temelinde birleşiyor.

Ulusların kendi kaderlerini tayin edebilmeleri hakkı ve ayrılma özgürlüğü, işçi sınıfının siyasal devrim programının gerçekçi bir unsurudur ve toplumsal ilerlemeye ters düşmez. İşçi sınıfı partisinin programı, bu unsurdan yoksun kaldığı sürece devrimci niteliğinden kayba uğrar.

İşçi sınıfı partisinin siyasal çizgisindeki monist (tekleştirmeci, sadeleştirici, basitleştirici) anlayış, Kievski’nin savunduğu ve Lenin’in Dühring’in monizmine benzettiği anlayışa denk düşer. Işçi sınıfı partisinin siyasetini kaba, şematik, bükülmez-kırılır yapan tam da bu anlayıştır. İşçi sınıfı partisinin böyle bir programatik çizgiyi benimsemesi, Türk ve Kürt işçilerinin toplumsal-politik taleplerini eşitleyen ve tekleştiren Duhring’ci bir monist anlayışın örneği olacaktır. Aynı monizm, örneğin bu nitelikte yeni bir programı yayınlayan ve ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkını programından çıkaranların soyut ve genel kapitalizm eleştirisinde de tezahür ediyor. İçinde bulunulan çağın ve özel dönemin, dünya ve Türkiye somut gerçekliğinin bugünkü niteliklerini kapsayan bir analizin ve bunlardan türetilecek siyasal-toplumsal devrim stratejisinin yerine soyut bir kapitalizm eleştirisi, ve buna denk düşen soyut, ideal ve basmakalıp bir devrim programı (ulusal sorun vs. başlıklara dair bazı somut ayrıntılarından yıkanıp arındırılmış haliyle) geçirilerek, kendi içinde tutarlı, ideal, tekil, kitabi, saf bir programa ulaşılabilir. Böylece Kievski’nin Lenin’in nitelemesiyle marksizmi karikatürleştiren anlayışından yola çıkarak varılacak yer, programın karikatürleştirildiği bir aşamadır. TKP-Gelenek çizgisinin 2004 Parti Programı buna örnektir.

Lenin, Kievski’nin Duhring’ci monist anlayışını eleştirirken, Duhring ile polemiğinde Engels’in dikkat çektiği hususa, yani nesnel gerçekliğin tekil değil dual (ikili) olduğu durumda monist yaklaşımın anlamsızlığına vurgu yapar. Ulusal sorun açısından ele alındığında, ezen ulusun işçileriyle ezilen ulusun işçileri arasında ekonomik, politik, toplumsal ve ideolojik ayrım ve çelişkiler bulunduğunu ve bu ayrımın monist bir yorumla gözardı edilemeyeceğini vurgular. Bu bakış açısıyla, kapitalizme karşı mücadelede Kürt ve Türk kökenli işçilerin tek ve bir çıkar zemininde ortaklaşmış sınıfsal birliği doğru söylemi, kürt sorununun ve bağlamının gözardı edildiği içi boşaltılmış bir kuru slogancılığa indirgenmemelidir.

Kürtlerin geleceklerinin belirlenmesi hakkını onlara tanımayan bir siyasal program, bu haliyle, önce kendi eyleminin ve örgütsel gelişiminin engeli olacaktır.


_______________________________

1. ABD yönetici çevreleriyle ilişkisi bakımından ‘sahibinin sesi’ nitelemesini hakeden 12 Eylül cunta hükümetinin dışişleri bakanı İlter Türkmen, AB’nin Kürt Sorunu için önerdiği politik çözümün bireysel haklar temelinde savunulduğunu, kollektif haklar üzerinde durulmadığını, AB yetkililerinin Leyla Zana ve arkadaşlarını PKK’dan uzak durmaya çağırdığını, bu doğrultuda TC hükümetine destek verdiğini, nitekim Belçika’nın Brüksel’de yapılacak Kongra-Gel basın toplantısını engellediğini vurgulayarak “son zamanlarda meseleye yaklaşımda oldukça kuvvetli bir oydaşmanın ortaya çıkmakta olmasına” atıf yapıyor. (Hürriyet 23.08.2005: 7)

2. İlter Türkmen, Türkiye’de son zamanlarda şekillendiği vurgulanan ‘kürt sorunu’na ilişkin burjuva mutabakatının AB hatta ABD politikaları tarafından desteklendiğine atıf yaparak bazı ordu ve devlet yetkililerinin seslendirdiği kaygıları dağıtmaya çabalıyor. Yani mezarlıkta ıslık çalıyor. Düzenin siyasal kadrolarının metaneti gittikçe zayıflıyor. (Hürriyet 23.08.2005: 7)

3. Bir başka ‘sahibinin sesi’ Cüneyt Ülsever, şöyle yazıyor: “Türkiye PKK meselesini Irak ve Ortadoğu politikalarını netleştirmeden çözemez.” Meramı şöyle olmalı: AKP hükümeti, ABD’nin Irak, Ortadoğu ve İran’a ilişkin askeri ve politik adımlarını uygun adım izlemek zorunda, aksi takdirde ABD PKK’nın ipini çekmekten kaçınacak. (Hürriyet 23.08.2005: 28)

4. Kürt aydınları adına yüzkarası bir kötü örnek olarak, yıllarca ülkesi dışında Avrupa’da yaşayan yazar Mehmed Uzun verilebilir. Siyasetten uzak durmak istediğini ve siyasi örgütlerin parçası olmayı reddettiğini iddia eden Mehmed Uzun, durup dururken Stalinizm’e ve onun edebiyat anlayışına karşı olduğunu vurguladı ve Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda ‘AB, Türkiye ve Kürt Sorunu’ başlıklı bir konuşma yapacağını, Türkiye’nin AB’ye girmesini alınmasını savunacağını açıkladı. Aynı konuşma içinde önce kendisini ‘ideolojisiz’ olarak tarif ettiği, iki cümle sonra ‘hümanist’ olduğunu duyurduğu, yazarlığını ve ürünlerini ‘Batı’da yaşamasına atfedip ‘Batı’ ideolojisine övgüler yağdırdığı, ‘Doğu ile Batı arasındaki bağlantıyı kurmak istiyorum’ diyerek kendisine bir misyon biçtiğini açıklaması dikkat çekiyordu. Bu Kürt yazarı, belli ki, kürt hareketini liberal ve AB yedeğinde bir siyasal ve ideolojik misyona çekmek ile kendisini görevlendirilmiş hissetmekteydi. Apolitik duruşla siyasetçiliği, ideolojisiz olmakla hümanizmi birleştiren üslubu ve Batı hayranlığı, hem cahil hem cüretkar hem ikiyüzlü bir kürt mandacısı profili çizmektedir. (Hürriyet, 29.08.2005: 20)