1 Şubat 2010 Pazartesi

SİYASAL GÜNDEME DAİR ANALİZLER 8

REJİM KRİZİNDE BÜYÜK SERMAYENİN SEÇENEĞİ
12 EYLÜL’ÜN RESTORASYONU

Egemen büyük sermaye sınıfının iç bölünmelerinin ve gerilimlerinin yol açtığı siyasal rejim krizinin yarattığı sarsıntılar düzenin duvarlarını titretmeyi sürdürüyor. Duvardan sökülen kopan taşların yer yer gedikler açtığı, işçi hareketinin sıcak soluğunun bu gediklerden içeri sokularak Ankara’nın soğuk buzullarını yaladığı izleniyor. Büyük sermaye tekelleri ve siyasal temsilcileri, yakın geleceğin temel yönelimini belirleyecek tek bir önderlik etrafında birleşemiyor, bu nedenle farklı siyasal-toplumsal yönelişlere sahip farklı burjuva karargahlar arasında sertleşme eğilimleri gösteren bir gerilim ve çatışmanın işaretleri birikiyor. Geçen yüzyılda, örneği Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı ve yıkıldığı dönemde gözlenen boyutlarda bir siyasal kaos ve fırtınanın haberci bulutları ülkenin ufuklarını kaplıyor.

Ankara’da ilerleyen kaotik siyasal süreç, hareketimizin bir bütün olarak gelişmelerin hızını yakalama ve yorumlamada yetersiz kaldığını, geciktiğini, gelişmelerin gerisinden sürüklendiğini de gösteriyor. Fırtına hızıyla ilerleyen siyasal gelişmeleri, günübirlik yorum ve analizlerle kavramak gittikçe güçleşiyor. Gözlerimizin önünde şekillenmekte olan büyük resmi görmekten aciz çok sayıda burjuva yorumcu da parçalı kırıklı analizlerin peşine takılıyor, gelişmeleri geriden izliyor. Bazı istisnalar hariç tutulacak olursa, sol muhalefetin geniş yelpazesi içinde yer alanlar da, fareli köyün kavalcısını izlemeye teşne görünüyor. Pusulasızlık, irili ufaklı burjuva ve küçük burjuva özneleri ve bunlardan etkilenen işçi hareketi içindeki unsurları, büyük sermayenin nisbi ağırlığa sahip karargahlarının safına sürüklüyor.

Kaygan ve değişken zemindeki hızlı gelişmelerin işaret ettiği ana yöne dair bazı saptamalarımızı kamuoyu ile paylaşmamız, sol saflarda da etkili olan burjuva öznelerdeki savrulmaları sergilememiz, gelişmelerin gerisinden sürüklenmeye son verebilmek açısından önem taşıyor.

GELİŞMELERİN MADDİ TEMELİ: SERMAYE BİRİKİMİ SÜRECİNİN KRİZİ

Türk büyük sermaye tekellerinin Batı pazarlarına yönelik ucuz emek kaynaklı rekabet gücüne dayanan ihracat eksenli sermaye birikim modeli tıkanmış gözüküyor. Bu tıkanma, kapitalist sistemin uluslararası krizinin de etkisiyle oldukça boğucu ve derin bir kriz biçiminde yaşanıyor.

Nitekim Davos 2010 toplantısında “Büyüme de tek başına işsizliğe çare olmayabilir” diye buyuran Güler Sabancı, aynı gerçeğe işaret ediyor (Cumhuriyet 28.1.2010). Burjuvazinin sermaye birikimi sürecinde yüzyüze geldiği kriz, Türk kapitalizmine özgü değildir, küresel kapitalist sistemin bütününün bir özelliğidir. Kapitalist sistemin üretici güçlerin geliştirilmesine dayanan yeni sermaye birikim modelleri geliştiremediği bir evreye girildiği anlaşılıyor. Geç-kapitalizm olarak tanımladığımız bu evrede kapitalist sistem artık aş ve iş üretemiyor, herkese konut, sağlık hizmeti ve eğitim tedarik edemiyor. Sermaye sınıfının küresel egemenliği açısından insanlık artık bir nüfus fazlasını temsil ediyor. Çorba, yuva, giysi, eğitim, sağlık hizmeti sağlayamadığı insanlığın bu nüfus fazlasını kapitalist sistem küresel ölçekte savaşlar ve doğal felaketlerle yok etme alıştırmaları üretiyor. (Yaklaşık 10 yıl önce AB kapısındaki Türkiye için hızlı büyüme ve işsizliğin azalacağı bir dönem hayalini savunan ve Avrupa Birliği içinde bir “sol” stratejiyi sendikalizm ile birleştirmeyi propaganda eden sol-liberal yazıcılarımız, örneğin Kristal-İş sendikası uzmanı ve ÖDP Parti Meclisi üyesi Aziz Çelik gibileri anımsanmalı)

Eczacıbaşı Topluluğu Üst Yöneticisi Erdal Karamercan da, Türkiye’de yeni bir büyüme ve sanayileşme rotası olmadan gidilebilecek son noktaya varıldığını savunarak “Özellikle büyüme stratejimizde dışsatım odaklı, sanayi ve hizmet üretiminde katma değer yaratabilecek sektör ve işkollarına destek sağlamaz ve yüksek açık, düşük kur, yüksek faiz sarmalından kurtulamazsak işimiz güç olacak” diye mevcut krizi açıklıyor (Cumhuriyet 18.1.2010: 13). Bu bakış açısının fazlasıyla öznel olduğu sanılmamalı. “24 Ocak- 12 Eylül rejimi” çerçevesinde ucuz emek sömürüsüyle üretilen malların ihracatına dayalı sermaye birikim politikasında varılabilecek en dip noktaya varıldığını itiraf eden bu beyanat, Türk büyük sermaye tekellerinin de önlerini görmediğini, yüksek teknolojili ve sermaye-yoğun sektörlere sağlanacak yatırım desteğiyle Eczacıbaşı gibi grupların sermaye birikimi açısından soluk alabileceğini, ama 75 milyonluk Türkiye nüfusunun bu çözümlerle nasıl iş bulacağını, karnını doyuracağını, giydirileceğini, barınacağını, ısınacağını, hastasına ilaç ve tedavi olanağı sağlayabileceğini açıklayamadığını gösteriyor.

2001 krizini izleyen AKP yılları, büyük tekelleri yabancı ortaklarla kolkola devlet mallarının kamu mülkünün yağmalanmasına davet eden bir kurtlar sofrası yarattı ve bu yolla sermaye birikimi krizini öteledi. Şimdi 2008-2009 dünya krizinin orta yerinde deniz bitti ve 12 Eylül’ün sermaye birikim modeli duvara tosladı. Varılan noktada, Türk burjuvazisinin en azgın ve yabancı ortaklıklar yoluyla küresel sermaye çıkarlarıyla en fazla birleşmiş kesimi için, Türkiye artık bir fazlalıktır. Türkiye’nin kendini doyuramayan besleyemeyen, giydiremeyen 75 milyonluk nüfusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sermaye birikimi açısından anlamını yitirmiş bir iç pazara dayanan ulusal coğrafi sınırlarının ölçeği, kurtulunması gereken bir yüktür. Türk tekelci sermayesi, giydirip besleyemediği fazla nüfusu artık AB ülkelerine işgücü olarak ihraç edemiyor, AB üyeliği sürecinin de tıkandığı koşullarda, burjuvazinin fazla nüfus için tek projesi, ucuz asker olarak donatılmış yoksul Mehmet’lerin emperyalist askeri maceralarda (Afganistan’da, Somali’de, Yemen’de vs.) kırdırılmasıdır.

1970’lerin başında kapitalist sistemin çevre ülkelerinde, iç pazara yönelik ithal ikameci sanayi üretimine dayanan ama yabancı sermaye, yatırım malı ve ara malı girdileri bakımından dışa bağımlı olan sermaye birikim modelinin, emperyalist sömürüye daha fazla kaynak transferi yapamaz, ödemeler dengesi açığını sürdüremez, emperyalist tekeller ve yerli ortakları lehine sermaye birikimini sürdüremez duruma geldiği biliniyor. Emperyalist merkezlerin kendi ülkelerinde düşen kâr oranlarını büyütmek ve kendi işçi sınıflarının mücadeleyle kazanılmış nisbeten yüksek ücretlerinin düzeyini aşağıya doğru bastırmak ve sosyal haklarını budamak amacıyla üretim faaliyetlerini çevre kuşaktaki ülkelere taşıdığı, Türkiye gibi çevre kapitalist ülkelerde ortaklıklar kurulmasına, karşılıklı ticaret ilişkilerinin ve sermaye ihracının serbestleştirilmesine hız verdiği bu yıllarda, emperyalist kâr arayışının yön verdiği neo-liberalizm ve emperyalist askeri saldırganlık politikaları tırmandırıldı, çevre kuşakta yer alan kapitalist ülkelerde (Yunanistan, Endonezya, Filipinler, Güney Kore, Şili, Türkiye, Pakistan, Arjantin, Uruguay, Bolivya, Brezilya vs.) askeri darbelerle faşist diktatörlük rejimleri tesis edildi, sosyalist sistemi istikrarsızlaştırıcı saldırgan silahlanma ve askeri yayılma politikaları tırmandırıldı, sosyalist ülkelerde karşı-devrimlerin hayata geçirilmesi hedeflendi ve büyük ölçüde başarıldı, Falkland adaları, Grenada, Yugoslavya, Irak, Afganistan işgal edildi. Bu dönemin çevre ülkeler için öngörülen sermaye birikim modeli, ucuz emek gücüne dayalı ucuz üretim temelinde emperyalist Avrupa ve ABD pazarlarına ihracat politikasıydı.

Yurt dışından yatırım malı, ara malı ve para-sermaye girişlerinin tıkanmasını aşmak zorunluluğu ile Türk sermaye tekelleri bu sermaye birikimi modeline balıklama atladı. Başta Avrupa olmak üzere dış pazarlara yönelik ucuz emeğe dayalı ucuz üretimin yolu, “24 Ocak- 12 Eylül rejimi” koşullarında açıldı.

30 yıl sonra bugün, tepeden inme askeri faşist bir darbe ile kurulan 12 Eylül rejimi, tekelci sermaye oligarşisinin egemenliği açısından aşınmış ve kullanım süresi tamamlanmış bir rejimdir. Fiziksel varoluş sınırlarına dayanmış olması nedeniyle artık daha fazla ucuzlatılamayan işgücünün sermaye birikimine kaynaklık edememesi sonucunda, ucuz emeğe dayanan ihracat, sermaye birikimi modeli olarak 2001 krizi öncesinde ömrünü tamamlamış bulunuyordu.
Son 10 yılı da kamu mülkiyetindeki mal ve mülkün, doğal kaynakların ve kentsel rantların yağmalanmasıyla geçiren küresel sermaye ile bütünleşmiş tekel grupları, artık Eczacıbaşı yöneticisinin veciz ifadesiyle sermaye-yoğun yüksek teknolojili üretim modelini esas alma arayışındadır. Ne var ki bu arayış, Türkiye Cumhuriyeti ölçeğini fazlalık olarak görüyor, 75 milyonu aşkın halka çalışabileceği bir iş, barınabileceği bir ev, karnını doyurabileceği sıcak bir tas çorba temin edemiyor.

Devletin temelinden çatısına derin bir sarsıntının ve çözülmenin eşiğine ülkeyi getiren maddi temel, emperyalist sermaye ile çıkarları ortaklaşmış tekeller zümresinin egemenliğidir. “24 Ocak- 12 Eylül rejimi”nin de temelini oluşturan aynı sınıfsal çıkarlar, bugün, aşınmış 12 Eylül rejiminin restorasyonu çabası içindedir. 12 Eylül’ün restorasyonu, bir kez daha toplumsal muhalefetin ezilmesini ve teslim alınmasını, ülkenin ve halkın emperyalist çıkarlara kurban edilmesini davet ediyor.

RESTORASYON SİYASETİNE TEORİK BAKIŞ

Restorasyon siyasetinin tarihsel toplumsal ilerleme sürecinde oynadığı rol, uygulandığı farklı toplumlarda farklı dönemlerdeki etki ve sonuçları hakkında birkaç teorik vurgu yapmadan, burjuvazinin “12 Eylül’ün restorasyonu” seçeneği anlaşılamaz.

Restorasyon siyaseti, tarihteki belli başlı örneklerine bakıldığında da anlaşılacağı üzere, toplumsal ilerlemeye karşı egemen güçlerin yönetici konumunu tahkim etmenin biçimlerinden biridir. Restorasyon siyasetinin gericiliği tahkim etme, yeniden yapılandırma, onarma gibi anlaşılması gerekir. Öte yandan restorasyon siyaseti, basitçe herhangi bir gericilik eğilimi olarak tanımlanamaz, bundan daha ötesini temsil eder, daha kapsamlı ve karmaşıktır.

Restorasyon siyasetinin en önemli örnekleri, toplumsal ilerlemenin hızlandırıcısı devrimlerin soluğunun tükendiği karşı-devrim dönemlerinde yaşanmıştır.

Devrimin yıktığı geri toplumsal ilişkileri yeniden tesis eden, onaran, eski düzenin siyasal temsilcileriyle yükselen ilerici sınıfın devrimci gelişmenin sonuna kadar gitmesinden ürken ve geri çekilen temsilcileri arasında bir uzlaşmayı temsil eden bu örneklere, İngiliz ve Fransız burjuva devrimlerini izleyen karşı-devrim süreçlerinin sonrasında rastgeliniyor. 1980’lerin sonunda Rusya’da ve Doğu Avrupa’da kurulu sosyalist devletlerin uğratıldığı restorasyon da, karşı-devrim sürecinde kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden tesisine denk düşmektedir. Ancak restorasyon siyasetinin her zaman bir siyasal karşı-devrim sürecini izlemediği de bilinmektedir. Bazan restorasyon, eski düzenle uzlaşan devrimci iktidarın bazı temsilcileri tarafından bir siyasal karşı-devrim öncesinde de uygulamaya geçebilmekte, karşı-devrimin hazırlayıcısı ve maddi temellerinin oluşturucusu işlevini üstlenebilmektedir. Sovyetler Birliği’nde 1950’lerden başlayarak özel mülkiyet ilkesinin restorasyonu doğrultusundaki sinsi ve ufak adımlarla döşenen zeminin, Çin Halk Cumhuriyeti’nde 1960’lardaki sözde kültür-devrimi kampanyasıyla girişilen parti yıkıcılığının, her iki büyük sosyalist ülkede 1980’lerden başlayarak izlenen özel mülkiyete açılım, reform ve yeniden yapılanma siyasetlerine yol açması, restorasyon programlarının bu özelliğine örnektir.

Restorasyon siyasetinin doğrudan devrim ve karşı-devrim süreçleriyle ilişkisi bulunmayan, sömürücü sınıfın egemenliğini sürdürme, modernleştirme, yeniden düzenleme ve tahkim etme uygulamalarını kapsayan, böylece toplumsal ilerleme dinamiklerinin miadı dolmuş egemenlik biçimlerine devrimci bir saldırısını önlemeyi veya geri bir egemenlik sistemini modernleştirerek rakipleri karşısında istikrarlı ve güçlü bir düzen olarak muhafazasını öngören örnekleri de bulunur. Feodal Japonya’yı hızla kapitalist gelişme yoluna sokan ve modernleştiren Meiji restorasyonu, modernist batılı ilkelerle doğulu Japon değerlerinin sentezine dayanan ve imparatorluk iktidarının tekelini restore eden bir yeniden yapılanmayı temsil ediyordu. İmparator iktidarının meşruiyeti üzerinden kurulan yeni rejimin temel hedefi “ülkenin zenginleşmesi ve güçlü bir ordu” sloganı ile ifade ediliyordu. Feodal mülkiyet altındaki toprakları İmparator’un merkezi denetimine veren yeni rejim, Japonya’da güçlü bir merkezi ulusal birlik sağlanmasının temelini oluşturdu. Feodal bir zümre olarak Samurai sınıfı tedrici önlemlerle tasfiye edildi ve zorunlu askerlik uygulaması başlatıldı. Feodal Almanya’da Bismarck tarafından yukardan aşağıya başlatılan ve Almanya’nın ulusal birliğini ve kapitalist sanayileşmesini hedefleyen restorasyon siyaseti de benzer bir örneği temsil ediyordu. Her iki örnekte, eski düzenin seçkinleri kapitalist modernleşme temelinde yeniden yapılandırıldı ve egemen soylu tabaka yukardan aşağıya burjuvalaştırıldı.

Restorasyon siyasetinin karşı-devrim süreciyle ilişkisiz bir başka tarihsel örneği ise, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Batılı güçler tarafından işgal edilen Batı Almanya’da yıkılan Nazi rejiminin ardından kapitalist sistemin restorasyonudur. Ilımlı bir Nazizmden arındırma politikasının eşlik ettiği bu dönemde, Doğu Avrupa’da kurulan sosyalist iktidar örneklerine karşı tahkim edilmiş bir kapitalist sistemin muhafazası esas alındı. Bu örneğin bir benzeri İspanya’da Franko faşist diktatörlüğünün son bulmasının ardından yaşandı.

Franko rejiminin tasfiyesi, Franko işbaşındayken 1960’larda başlatılan uzun ve tedrici bir liberalleşme temelinde yürütülen restorasyon siyasetinin, Franko’nun eceliyle ölmesi sonrasında Bourbon hanedanından Kral Juan Carlos’a emanet edilmesi ekseninde tamamlandı. Kral’ın meşruiyetini temin eden ve bizdeki operet darbecilerini andıran 1981 Yarbay Tejero “darbe girişimi”nin Kral tarafından bastırılmasıyla (dolayısıyla Kral Juan Carlos’un darbe önleyici olarak meşrulaştırılmasıyla) yol alan restorasyon siyaseti, İspanya kapitalizminin NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne entegre edilmesiyle sonuçlandı. Faşist diktatörlük rejimlerinin miadını tükettiği veya denetimli olarak “yıkıldığı” her iki örnekte, restorasyon siyasetinin temel nitelikleri, ekonomik ve siyasal liberalleşme ekseninde kapitalist sistemin muhafazasının gözetilmesiydi. Yeni rejim, İspanya örneğinde faşist diktatörlük yerine gerici bir meşruti monarşi sisteminin geçirilmesiyle, Batı Almanya örneğinde ise eski rejimin burjuva ve bürokratik seçkinlerinin Nazi üniformaları yerine sivil kostümlere bürünmüş olarak işbaşında tutulmasıyla ve rehabilite edilmesiyle kuruldu.

Gerici restorasyon siyasetleri ve özellikle bu siyasetin karşı-devrimlere eklendiği örnekler, tarih boyunca toplumsal ilerlemenin engeli olmayı gözetmiştir. Restorasyon siyasetinin ve karşı-devrimci girişimlerin, tarihin tekerleğini durdurma iddiası, ilerlemeyi toptan tasfiye etme gayesi, hedefledikleri geri aşamalara insanlığı döndürme niyetleri, bir yanıyla, tarihsel olarak olanaksızdır. Fransız Krallığı’nı diriltme ve Bourbon hanedanını yeniden işbaşına getirme çabası, Romanov hanedanı’nı Rus Çarlığı tahtına yeniden oturtma niyeti, Hilafeti ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden tesis etme girişimleri bu nedenle tarihsel olarak olanaksızdır. Ortaçağ’ın Hıristiyan-Müslüman-Musevi dinsel ideolojilerini insanlığın zihninde yeniden egemen kılma çabaları da aynı nedenlerle tarihsel olarak olanaksızdır. Bu nedenle miadını doldurmuş feodal düzenleri yıkan devrimleri izleyen karşı-devrim ve restorasyon süreçleri, yıkılan feodal düzenin maddi temellerinden çok siyasi-sosyal-kültürel üstyapısını restore etmeyi başarabilir. Bourbon hanedanının yeniden restore edildiği 1810’lar Fransa’sında yaşanan pek çok olay, devlet bayrak ve sembollerinin değişimi, muhalif cumhuriyetçilerin yargılanması, Napoleon’un 1815 darbe girişimi, orduda cumhuriyetçi subaylara yönelik tasfiyeler, kralcı beyaz terör, poliste kralcı güçlerin kadrolaşması, seçim sisteminde muhaliflerin etkinliğini kırmaya yönelik hile ve tasarılar geliştirilmesi buna örnektir ve bu örneklerin restorasyon Fransa’sı ile sınırlı olduğu söylenemez. Burjuva devrimlerinden farklı olarak, toplumun maddi temellerindeki dönüşümün esas olarak işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmesi sonrasında gerçekleştiği sosyalist devrim örneklerinde bile, karşı-devrim ve restorasyon süreçlerinden yıllar sonra bile sosyalist ekonominin ve toplumsal hayatın bazı özelliklerinin yaşamaya devam ettiği bilinmektedir.

Bununla birlikte, kapitalizmin tarihsel evriminin farklı aşamalarında, restorasyon siyasetinin toplumsal ilerleme sürecine etkilerinin başkalaşması da göz ardı edilmemelidir. Burjuvazinin ilerici barutunu henüz tamamen tüketmediği, yükselen yeni ilerici sınıfın (işçi sınıfının) ve ezilen hakların ilerleme bayrağını henüz tamamen ellerine almadığı kapitalizmin erken gelişim aşamalarında, 17-18-19. yüzyılların burjuva devrimlerini veya 20. yüzyılın ulusal kurtuluş devrimlerini izleyen restorasyon ve karşı-devrim siyasetleri bile nesnel ve tarihsel olarak ilerleme sürecinin kazanımlarının bir bölümünü (hiç kuşkusuz yükselen burjuvazinin çıkarlarına denk düşen bölümünü) sahiplenerek ve benimseyerek “tarihsel olarak ilerici” bir rol oynayabiliyordu. Ancak devrimci ilerici gelişimin hızlandığı, yükselen burjuvazinin ilerici barutunu kullandığı, toplumun diğer alt sınıf ve tabakalarını kendi bayrağı etrafında birleştirerek iktidara yöneldiği kapitalizmin erken evrelerinde, “tarihsel olarak ilerici” olmak ile “güncel olarak ilerici olmak” arasındaki mesafenin daraldığı biliniyor.

Kapitalizmin gelişiminin bir sonraki evresinde, merkezde yer alan ülkelerin “emperyalizm” aşamasına vardığı kapitalist sistemin bugünkü geç evresinde ise, burjuvazinin ilerici barutunun tükendiği, ilerleme bayrağının işçi sınıfının eline geçtiği, gericileşmiş ve asalaklaşmış burjuvazinin restorasyon siyasetlerinde tarihsel olarak ilerici olan ile güncel olarak ilerici olan arasındaki mesafenin açıldığı biliniyor. Demek ki bugünkü geç-kapitalizm koşullarında, restorasyon siyasetinin hiçbir biçimi, ilerleme sürecine engel ve tıkaç oluşturmak dışında bir işlevi taşıyamaz. Hiçbir restorasyon çabası, devrimle yıkılmış olsun veya olmasın, tarihsel olarak miadı dolmuş çürüyen ve çözülen bir yapıyı aynen ayağa dikemez. Restorasyon siyaseti, bu nedenle, somut tarihsel ve toplumsal koşullarda bir mücadelenin konusu olarak başarılı olabilir veya olmayabilir. Başarılı olmazsa, somut ve güncel gerici hedeflerine ulaşamazsa, çürüyen ve çözülen yapı ergeç ya bir devrimle yıkılır veya rakipleri tarafından yutulup yok edilir. Başarılı olursa, somut ve güncel gerici hedeflerine erişirse, miadı dolmuş ve tarihsel olarak aşılmış bir düzeni muhafaza etme ve ayağa kaldırma ile sonuçlanabilir, dolayısıyla hedeflerine erişen her restorasyon girişimi aslında toplumsal ilerlemeyi engelleyen ve yavaşlatan bir gerici siyaseti temsil eder. Restorasyon siyaseti bu nedenle “istikrar, özgürlük, refah, kutsallaştırılmış dinsel veya milliyetçi değerler, liberalizm, demokrasi, piyasacılık ve özel mülkiyet” gibi vazgeçilmez söylem ve arayışları kapsar.

Hemen her durumda, ilerlemenin alttan alta işlerliği devam eden maddi nesnel temeli, ergeç bu restorasyon makyajının parıltılı pullarını ve gözalıcı boyalarını yıpratıp döker, çürümüş düzenin “kaos, diktatörlük, geniş halk yığınlarının açlığı ve yoksulluğu, ikiyüzlü mukaddesatçılığın şeytani çehresi, totaliterizm, ekonomik tekelcilik” eğilimlerini her seferinde eskisinden daha güçlü olarak yeniden üretir ve ortalığa saçar. Şu halde her restorasyon girişimi, muhafazaya yöneldiği rejimi ayağa kaldırabilme başarısını gösterdiğinde, o rejim artık eskisinden başka bir rejimdir, “aynı nehirde iki defa yıkanılamaz”. Ne varki her başarılı restorasyon, restore ettiği miadı dolmuş düzenin çelişkilerini eskisinden daha güçlü olarak yeniden üretir, kendi iç çatışma ve gerilimlerinden arınamaz, nihayette başarısızlığa mahkumdur.

Ancak Marksist diyalektiğin tarihe uygulanmasının yasalarını bilmeyenler, Marks’ın esas katkısının tarihe müdahale edecek toplumsal öznenin keşfi ve bu öznenin mücadelesini ve iradesini seferber etmenin koşullarının ortaya çıkarılması üzerine odaklandığını anlamayanlar, “tarihsel olarak olanaksız” kavramından kendiliğindenci ve kaderci naif bir iyimserlik bekleyebilir.

Dolayısıyla Fransız Krallığı, Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu bugünün koşullarında yeniden diriltilebilir, Papalık, Ortodoks Patrikliği, İslam Hilafeti rehberliğinde dinci ideolojinin egemenliği bugünün koşullarında yeniden kurulabilir. Ölü rejimlerin ve ölü ideolojilerin yeniden ayağa kaldırılması, bu rejim ve ideolojilerin tarihteki rollerine (feodal sistemin çöküşü yüzyıllarına) aynen geri dönülmesini değil, bugünkü geç-kapitalist sistemin çöküşü çağındaki yeni işlevlerine soyundurulması demektir. Bu nedenle, “tarihsel olarak olanaksız olan”ın, güncel olarak da olanaksız olduğu öne sürülemez.

Restorasyon siyasetiyle diriltilmek istenen rejim ve ideolojiler, bugün birer hortlak değil (öyle olsaydı korkmak ve karşı durmak gerekmezdi) gericiliğin güncel ve somut görünümleridir. “Ilımlı” İslam, “Modern” Hıristiyanlık, “Modern” Siyonizm, ve bunlara eşlik eden piyasacı-liberalizm, milliyetçilik gibi akımlar, insanlığa yöneltilmiş çeşitli ideolojik, siyasal ve kurumsal biçim ve çeşitleriyle birlikte gericiliğin bugünün koşullarındaki en sivri uçlarını temsil ediyor.

İnsanlığın savaşsız ve sömürüsüz bir dünyaya yürüyüş mücadelesinin önündeki en önemli engeller olarak “mahşerin bu üç-beş atlısı”, bugünkü biçimiyle “ılımlı”, “modern” ve “sosyal” değil “aşırı, köktenci”, “pre-modern arkaik” ve “anti-sosyal” olarak nitelendirilmeyi hak ediyor. Şu halde, restorasyon siyasetiyle diriltilmek ve muhafaza edilmek istenen rejim ve ideolojileri değerlendirirken, bu dirilişin geçmişte kalmış örneklerine bakarak bugün bir ilerlemeyi temsil etmeleriyle avunmak mümkün değildir. Restorasyon siyasetinin örneklerini değerlendirirken, hangi çağda gerçekleştiklerine bakmak temel koşuldur. Bugünkü koşullarda, toplumsal ilerlemenin nesnelliğinin insanlığı kapitalizmden sosyalizme geçiş için seferber olmaya ittiği bu tarihsel çağda, restorasyon siyasetinin örneklerini değerlendirirken, bu siyasetlerin “bugünkü koşullarda neyi temsil ettiği?” sorusuna odaklanmak gerekir.

RESTORASYON SİYASETİNİN POLİTİK AĞIRLIK MERKEZİ

Burjuva diktatörlüğünün muhafazası ve yeniden yapılandırılması siyasetinin bütün tarihsel örneklerinde, politik ağırlık merkezinin, burjuvazinin siyasal egemenlik biçimi olarak devletin çelik çekirdeğinin yeniden düzenlenmesi odaklı oluşu dikkat çekicidir.

Burjuva devletinin “çelik çekirdeği” kavramına yakından bakmak elzem. Bu kavramı, Leninist parti teorisinde yer alan ve işçi sınıfının siyasi kurmay heyetinin beyni ve kalbi olan “Leninist çelik çekirdek” kavramından uyarlıyoruz.
Leninist parti teorisinde “çelik çekirdek” kavramının, işçi sınıfının siyasal hareketinin en deneyimli, en kararlı, en mahir, en bilinçli unsurlarını bir araya getiren ve sürekliliği olan öncü kadroyu tanımladığı biliniyor. Modern sınıf mücadeleleri içinde işçi sınıfıyla karşı karşıya gelen burjuvazinin de az çok sürekliliği olan böyle bir kadronun yönetiminde hareket ettiği bilinmekle birlikte, burjuva devlet ve siyaset teorisine ilişkin yazında burjuva devletinin örgütlenmesinde ve işleyişinde bu kadronun rolü ve işlevi konusunun fazlasıyla ihmal edildiğini, bu ihmalin kendi saflarımızda Leninist “çelik çekirdek” kavramının ihmaline denk düştüğünün altı çizilmelidir.

Bütün burjuva devletlerinde, burjuvazinin siyasal egemenliğinin çekirdeği, yürütme organı hükümet içinde yer alan bir “iç kabine” ile daimi ordu ve devlet bürokrasisi içinde yer alan ve siyasal zor tekelini elinde bulunduran “bürokratik oligarşi” etrafında örgütlenmiştir. Burjuva devletinin somut koşullara ve sınıf mücadelesinin dengelerine bağlı olarak daha gerici ve baskıcı biçimlere büründüğü veya daha açık ve nisbeten demokratik biçimlere büründüğü koşullarda, bu “çekirdek hükümet” ve “bürokratik oligarşi” yapısının muhafaza edildiği biliniyor. Toplumsal rıza ve meşruiyet üreticisi kurumlar olarak parlamento, siyasal partiler, seçim mekanizmaları, mahkemeler, medya bu çekirdeğin etrafında somut tarihsel ve toplumsal koşullara bağlı olarak burjuvazinin sınıf egemenliğini sürdürme ve koruma bakımından somut ve değişken işlevler üstlenebilir. Ancak sermaye sınıfının egemenliğinin muhafazasında kalıcı ve nihai güvence, bahsi geçen “çelik çekirdek” kavramıyla anlaşılabilir.

Burjuva devletinin çelik çekirdeğine biraz daha yakından bakıldığında, burjuvazinin siyasal iktidar iradesini temsil eden en bilgili, deneyimli, yetenekli ve az çok daimi unsurlardan oluşan bir kadroyu birleştiren “iç hükümet” ve “bürokratik oligarşi” yapılanması dikkat çekmektedir. İç hükümet, esas iktidar organıdır ve İçişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Maliye Bakanlığı etrafında yapılanmıştır. Bu bakanlıklar ve ilişkili olduğu bürokratik oligarşinin kurumları (MGK, Mahkemeler, Hapishaneler, Polis örgütü, Ordu, Vergi Daireleri) burjuva sınıf egemenliğinin esas halkalarıdır. İşçi sınıfı, tekelci sermaye dışındaki küçük ve orta burjuva yığınlar, köylülük üzerindeki egemenlik, bu halkalar üzerinden sağlanır ve sürdürülür. İlgi çekici olan, istisnasız bütün burjuva devletlerinde, bu çelik çekirdek içindeki kurumlarda yer alan isimlerin izi sürüldüğünde hep aynı isimlere ulaşılmasıdır.

Hükümetin dış halkası (Sağlık Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, hatta Dışişleri Bakanlığı vs.), parlamento gibi kurumlar aslında burjuvazinin siyasal iktidar aracı değil, bu iktidar kurumlarına toplumsal meşruiyet ve rıza üretme araçlarıdır. Bu biçimiyle, burjuva devletinin çelik çekirdeğinin gerçek politik egemenlik kurumlarını temsil ettiği, parlamento ve dış kabine gibi yapıların ise burjuva devletinin politik-olmayan yanını oluşturduğu varsayılabilir.

Sermaye birikimi rejiminin yeniden yapılandırılmasının, emeğin ucuzlatılması ve ucuz emek temelinde ucuz ihracata dayalı sermaye birikimi rejiminin tesisinin, yani 24 Ocak Programı’nın hayata geçirilmesinin, böylelikle egemen burjuva sınıfının içinde çıkarları emperyalist tekellerle barışık bir zümrenin palazlandırılmasının ve mutlak iktidarı ele geçirmesinin, 12 Eylül Faşizmi koşullarında nasıl sağlandığı iyi biliniyor. Evren-Özal diktatörlüğü olarak kurulan bu siyasal rejim, toplumsal meşruiyet ve rıza üretme aracı olarak parlamentonun ve seçim mekanizmalarının askeri-bürokratik vesayet altına alındığı, kuvvetler ayrılığı ilkesi kaldırılarak mahkemelerin hükümet vesayetine bağlandığı, burjuvazinin toplumsal-ideolojik egemenlik mekanizmaları arasında yer alan medya ve akademinin YÖK, RTÜK ve hükümetin doğrudan ve büyük sermayenin dolaylı denetimine alındığı, Ordu, İstihbarat ve Polis bürokrasisinin muhalif unsurlardan temizlenerek NATO vesayetine alındığı bir süreç içinde inşa edildi.

1980’lerin sonundan bu yana yükselen sınıf mücadelesi, demokratik hak ve özgürlük talepleri, 12 Eylül rejiminin duvarından söktüğü tuğlalarla rejimi aşındırdı. Türk kapitalizminin kendi evrimi, bölgesel değişimler, emperyalizmin ve Türkiye’deki çıkar ortaklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin ölçeğini fazlalık olarak gören yeni sermaye birikim modelleri arayışı, 12 Eylül rejiminin miadını doldurdu. 12 Eylül ile palazlanan tekelci sermaye zümresi, şimdi emperyalizmin doğrudan müdahalesiyle hem sivil toplum düzleminde hem de siyasal rejim düzleminde yaşanan krize yanıt olarak, yeni bir siyasal-ekonomik yapılanma programını şekillendirmeye ve hayata geçirmeye çabalıyor.

12 EYLÜL’ÜN RESTORASYONU PROGRAMI

12 Eylül faşizmi ile mutlak ekonomik ve siyasal iktidarı ele geçirmiş bu tekelci sermaye zümresinin yeni rejim arayışının özü nedir? Bu konuda rivayet muhtelif. Tekelci sermaye zümresinin ve pro-emperyalist seçeneklerin peşine takılmaya teşne sol-liberal çevreler, 12 Eylül’den liberal ve özgürlükçü bir açılım ile çıkış ve barış içinde demokrasiye geçiş umudunu propaganda ediyor. Kürt ulusal-demokratik hareketinin de savaş yorgunluğu üzerinden bu propagandaya yatmaya eğilimli olduğu anlaşılıyor.

İşçi sınıfı sosyalizmi mihverinde konumlananların ve işçi sınıfı eksenine yakın duranların ise, yeni rejim arayışlarının amacının 12 Eylül’ün restorasyonu olduğunu sezdiği görülüyor.

Bugün emperyalist çevrelerden, ABD ve Avrupa Birliği odaklarından, işbirlikçiliğin şahı AKP hükümetinden, Vatikan’daki Papalık’tan, İstanbul’daki Patrikhane’den, Kudüs’teki Siyonist şeriat devletinden, her boydan ve soydan hilafetçi-şeriatçı-islamcı gericilik odağından, NATO’nun kucağında oturan Genelkurmay’dan, liberal, neo-liberal, sol-liberal, milliyetçi-liberal ve Kemalist-liberal medya organlarından, TÜSİAD-MÜSİAD-TUSKON-TOBB vs. büyük sermaye lobilerinden yayılan mesajların ortak noktası, 12 Eylül’ün restorasyonunu hedefleyen yeni bir siyasal rejimin ve bu rejimin ekonomik temellerinin kurulmasıdır.

Tarihsel olarak olanaksız ancak güncel olarak gerçekleşebilir bu gerici hedef, 12 Eylül’e seçenek oluşturamaz çünkü 12 Eylül’ün gerici ve anti-sosyal amaçlarını günümüz koşullarında restore etmeyi amaçlıyor. Bunun belirtileri nedir?

Devletin çelik çekirdeğinde gerçekleşen yeniden yapılanmaya ilk bakışta bile, bu gerçeği görmemek olanaksızdır. Sivil toplumda, egemen sermaye sınıfının iç mimarisinde, medya tekellerinde, hükümetin dış kabine tarafında, parlamentoda 8 yıldır devam edegelen restorasyon siyaseti, buradaki denge değişikliklerinin zorladığı bir darbe girişiminin 2010’u izleyen dönemeçte hızlandırılmış bir siyasal rejim değişikliği yönünde işlediğini düşündürmektedir.

NATO, ABD ve Avrupa Birliği himayesinde gerçekleşmesi olası bu “Ak Darbe” girişimi, ordu subay kademelerinde devam eden tasfiyeler, 12 Eylül’ün doğrudan cuntaya bağlı DAL kurumlaşmasını veya Nazi rejiminin Gestapo kurumunu andıran “Kamu Düzeni Ve Güvenliği Müsteşarlığı” tesisi girişimleri, mahkeme ve hapishanelerin hükümetin iç kabinesinin doğrudan denetimine bağlanması girişimleri, bu sürecin belirtileridir. Bazılarına göre yeni doğmakta olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, Sınır Muhafız Kuvvetleri, Fethullahçılar denetimindeki yüzbinlerce kişilik resmi polis kuvvetleri, sayıları belirsiz özel güvenlikçiler ve korucular, militarizmin sivil seçeneğidir. Oysa yüzbinlerce kişilik bu paramiliter kuvvetler toplamı, resmi militarist yapının tamamlayıcısı, onun toplum içine doğru genişlemesidir. Sanılanın ve gösterilmek istenenin tersine, paramilitarizm, militarizmin sivil alana daha fazla yayılmasıdır.

12 Eylül’ün restorasyonu programı, Türk kapitalizminin tarihindeki ilk restorasyon çabası da değildir. 1908-1923 Cumhuriyet Devrimi’nin, daha en baştan bir dizi restorasyon girişimine tanık olduğu biliniyor. 15’lerin ve Çerkez Ethem-Yeşil Ordu güçlerinin kanlı tasfiyesine eşlik eden İzmir İktisat Kongresi ve izleyen Takrir-i Sükun dönemi, 1930’lara dek devam eden ilk restorasyon siyasetinin köşe taşlarını dizmiş, 1923 Cumhuriyet rejimi böylece idam yularını kendi boynuna geçirmiş olarak doğmuştur. Kapitalizmin 1929 Büyük Buhranı ile sermaye birikimi sürecinin tıkanması, 1930’lar ve 1940’lar boyunca devam eden yalpalamaların ardından 1940’ların ikinci yarısında, burjuvazinin sermaye birikimi krizi, Anglosakson-ABD emperyalizmi eksenine yanaşma, NATO’ya giriş ve Bayar-Menderes diktatörlüğünün ikinci restorasyon dönemi ile aşılmak istenmiştir. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta kah Kemalist-liberal, kah neo-liberal yönelişlerle birbirini izleyen restorasyon dönemeçleri, her defasında yok edildiği sanılan çatışma zeminlerinin yeniden ve daha güçlü olarak geri dönüşüyle yüzyüze gelmiştir. Restorasyon siyasetlerinin her yeni evresi, liberalizmin yeni bir aşamasının ifadesi olmuştur. Nihayet 2000’lerin başında tekelci burjuvazinin sermaye birikim modelinde geri dönüşü olanaksız bir tıkanma noktasına gelinmiş, ülke ölçeği ve nüfusu kendisine bol gelen tekelci sermayedar zümresi kendisini Avrupa sahillerine vurmuş, AKP hükümeti tasfiye kurulu olarak işbaşına davet edilmiştir. Liberal yazarların dilinde, bugünkü hükümetin “açılım politikalarının içimizdeki Sovyetlerin yıkılması olduğu”, Tayyip Erdoğan’ın da Gorbaçov olduğu söylemleri, tesadüf olamayacak kadar isabetlidir ve açılım söylemi ile restorasyon politikaları arasındaki ilişkiye dair saptamalarımızı doğrulamaktadır.

AKP VE EMPERYALİZM HANGİ HEDEFİN PEŞİNDE? LİBERAL YANILGILAR

Son dönemde gözlenen önemli bir değişiklik, Ergenekon operasyon ve davalarının basıncı altında, liberal akımın ideolojik ve politik etkilerinin yayılmasıdır. Liberal tezler ve hayaller, Kemalist ve sol çevrelere ve oradan toplumun geniş çevrelerine sirayet ediyor. Kemalist aydınlar, sol siyasetin küçük-burjuva aydın damarları, devrimci-demokratlar, DİSK-KESK-TTB-TEB-TMMOB gibi sendikaların bürokrasisi, alevi önderlerinin bir bölümü, liberal etkilere kapılarak son derece yanlış ve tehlikeli düşüncelerin peşinden gitmeye başladı. Bu eğilimin temelinde, cumhuriyetçi küçük-burjuvazinin, tekelci-sermaye ve emperyalizm ile uzlaşma eğilimlerinin yattığı anlaşılıyor.

Kemalist-liberaller (İlhan Selçuk, Hikmet Çetinkaya dahil bir dizi Cumhuriyet yazarları) “bu ülkeye şeriat falan gelemez” diye yalancı bir öz-güven hayalini pompalıyor. Safkan liberaller (Ertuğrul Özkök) AKP’yi “ılımlı-İslam” olarak masum gösteriyor. Kemalist-liberaller (Cumhuriyet yazarları Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, NATO Afganistan temsilciliğinden Mustafa Sarıgül’ün partisine yeni transfer Hikmet Çetin) “Türkiye’de artık darbe olmaz” korosuna katılıyor (Cumhuriyet 23.1.2010: 4). Yazarı Mustafa Balbay halen aylardır hapsedilmiş bulunan Cumhuriyet gazetesi’nin yazarları, darbenin gölgesinin üzerlerine düştüğünün farkında değiller mi? Dahil oldukları koronun şefinin AKP olduğunu, terennüm edilen “darbe olmaz” şarkısının güfte yazarının emperyalistler olduğunu nasıl görmezden geliyorlar? Askeri darbeler artık geride mi kaldı?

ABD’nin artık askeri bir darbeye destek olmayacağı tezi bir güvence midir ve ne kadar inandırıcıdır? Bu soruları, ancak toplumu ve siyaseti işçi sınıfının sağlam bakış açısıyla değerlendiremeyen safdiller sorabilir! Siyaset teorisinde bu tür genellemelerin yanıltıcı olduğu çok iyi biliniyor. Her şeyden önce ABD emperyal tarihinin hangi kalıcı kesitinde askeri işgal ve darbeler yoluyla başka ülkelere müdahaleden vazgeçmiştir? Daha bu satırların mürekkebinin kurumadığı Ocak 2010 günlerinde Honduras devlet başkanına karşı gerçekleşen örtülü ABD destekli darbe hedefine ulaştı ve meşru devlet başkanı Zelaya’nın ve halkın direnişi kırılarak darbecilerin hedeflerine erişmesi garanti altına alındı, Zelaya sürgüne gönderildi. Aynı ay içinde Haiti deprem bahanesiyle ABD askeri güçleri tarafından işgal altına alındı. Kaldı ki darbe yapmanın türlü biçimleri olduğu biliniyor. Hitler’in iktidarı devlet içinde kendisine yolu açan güçlerin yol vermesiyle “meşru” seçimlerle ele geçirdiği ancak sokaktaki paramiliter güçlerine, propaganda ve provokasyon kampanyalarına dayanarak diktatörlüğünü kurduğu biliniyor. Faşizm farklı ülkelerde farklı yollardan iktidarı ele geçirmiştir. Bazı ülkelerde aşağıdan terör ve halk desteği sağlanarak, bazı ülkelerde tepeden inme askeri veya polisiye darbeler yoluyla faşist rejimler kurulabilmiştir. ABD’nin darbelere verdiği destek de koşullara bağlı olarak farklı biçimlere bürünebilir, örtülü destek, açık işgal vs. biçimler alabilir veya bu iki yolun farklı bileşimleri kullanılabilir. Doğu-Avrupa’nın yakın tarihindeki karşı-devrimci darbeler, Çekoslovakya, Romanya, Ukrayna, Gürcistan’daki “renkli devrim” örnekleri unutulmamıştır. “ABD artık darbeleri desteklemiyor” tezi, 12 Eylül darbecisi Kenan Evren’in basın danışmanı Ali Baransel’in veya AKP kurmaylarının sözcülerinin ağzına yakışmaktadır. Kemalist-liberaller bu tezlerin gölgesine sığınarak kendi iplerini çekiyor.

Kemalist-liberallerin diline düşmüş yanlış kavramlardan biri de AKP’nin peşinde olduğu hedefin “sivil darbe” olarak tarif edilmesidir. Sivil darbe yanlış bir kavram, zira 12 Eylül’ün restorasyonu hedefiyle yürütülen ve “Ak Darbe” olarak tamamlanması mukadder bir süreç, ancak askeri ve sivil, militer ve paramiliter, yerli ve yabancı bütün güçlerin ortaklaşmasıyla başarılabilir. Bu yanıyla hiçbir darbe saf olarak askeri veya saf olarak sivil değildir, olamaz da! 12 Eylül de içinde olmak üzere bütün darbeler, askeri ve sivil cephelerde yürütülen faaliyetlerin eseridir. AKP’nin peşinde olduğu hedefin polis devleti olarak tasviri de eksiktir, çünkü polis devleti görünümü, olup bitenlerin sadece bir yanını tarif etmektedir. Ordu içinde devam edegelen subay tasfiyelerinin tek başına polis operasyonu veya Fetullahçı çetenin eseri olarak tarifi mümkün değildir. Bunu iddia edenler, ordu genelkurmayının perde arkasında kalarak ve ellerini temiz tutarak operasyonu bizzat yürüttüğünü görmezden gelenlerdir. 12 Eylül’ün restorasyonu ancak 12 Eylül’ü yapanlar tarafından başarılabilir, bu da merkezinde AKP ile itiş-kakış bir mutabakat sağlamış Amerikancı NATO beslemesi generaller ve egemen tekelci sermaye çıkarları işin içinde olmadan düşünülemez.

Yaklaşan tehlikeyi “şeriat devleti” olarak tarif etmek yine yanlış ve eksik bir resim çizmek demektir. Klasik şeriat tehlikesi, tehlikenin temsilcileri kadar tehlikeyi işaret edenleri de meczup gösteren anakronik bir tehdidi tarif ediyor, oysa şeriat düzeninin içinde mevcut ve bugünkü egemen sınıfların kullanımına uygun gerici ögeler somut, güncel ve modern bir tehlikenin habercisidir.

Bazılarına göre ise yaklaşan tehlike “İslamcı-faşist diktatörlük” olarak tarif edilmektedir. Bu kavram 12 Eylül’e benzer ama farkını işaret etmediği, tarihsel bir bakış açısından yoksun olduğu için eksik bir kavramlaştırmadır.

Safkan liberal ve sol-liberal yaklaşımların yaydığı, Kürt ulusal-demokratik hareketinin de desteklediği “askeri vesayete son verildiği, sivilleşme ve demokratikleşmenin sağlandığı, devletin kirli çekmecelerinin temizlendiği” Ankara Baharı beklentileri ise, olup bitenleri tamamen tersinden açıklamakta, gerici olanı ilerici, sağcı olanı solcu, halk düşmanı olanı halk yanlısı, diktatörce olanı demokratik gibi göstermektedir.

12 EYLÜL’ÜN RESTORASYONU SİYASETİNE YANIT İŞÇİ SINIFINDAN GELECEK!

2010 yılbaşına giderken hareketlenen binlerce Tekel işçisinin ülke çapındaki seferberliğinin, işçi sınıfının mücadelesini büyüten, yaygınlaştıran ve birleştiren bir nitelik kazanmaya başlaması, AKP merkezinden yayılan liberal etkileri kırması, Ak Darbe’ye giden sürece müdahale edebilecek tek ilerici öznenin işçi sınıfı olduğunu, oyunu işçi sınıfının bozabileceğini gösterdi!

İşçi sınıfının kendi özel çıkarları ile ülkenin kaderi arasında bağ kurabilecek, kendi özlük çıkarlarının savunulmasını ancak ülkenin emperyalist tahakkümden kurtarılmasıyla başarabilecek biricik toplumsal güç olduğu, birkaç on yıllık gelişmenin birkaç haftaya sığdığı hızlı gelişmelerle anlaşıldı. Şimdi sıra, Tekel işçilerinin Ankara’daki mücadelesinin ideolojik ve siyasal değil, ekmek ve özlük çıkarları için olduğuna dair işçi kitlelerine yemin ettirmeye çalışan Türk-İş’in sermaye amigosu patronuna inat, bu mücadelenin gerçek taleplerini dile getirmeye gelmiş gözüküyor. Bu yazının kaleme alındığı sırada çağrısı yapılmış ama sahibi ve talepleri belirsiz bırakılmış bir genel grev kapıdaydı. İşçi sınıfı adına siyaset içinde olduğunu söyleyenler dahil bütün parti ve örgütler, meydanları dolduran kitlelerin gerisinde ve kuyruğunda sürükleniyor. Sendikalist taleplerin ötesinde genel grevin örgütlenmesi için işçi sınıfının ve halk yığınlarının birleşmesini kolaylaştıracak seferber edici bir talep dile getiremiyor.

Sokakları ve meydanları dolduran yığınların arasında ise, hükümeti yıkma ve ülkenin kaderiyle ilgili siyasal bir misyonu üstlenme ruh hali kaynaşıyor.

Sonsözü işçi sınıfının söylemesinin koşulu, genel grevin hedefini, Tekel işçilerinin özlük çıkarlarının yani istihdam ve ücrete ilişkin kazanılmış haklarının da tek güvencesi olan siyasal bir talep etrafında dile getirmektir. Şu halde, işçi sınıfı eğer ülke çapında bir genel grev örgütleyecekse, bu grev ancak ülke çapında bir siyasal talebin etrafında örgütlenebilir. Bu talep ancak “İşçi sınıfının bütün kazanılmış haklarına ve ülkenin geleceğine düşman işbirlikçi AKP hükümeti istifa!” olabilir.