17 Kasım 2008 Pazartesi

SİYASAL GÜNDEME DAİR ANALİZLER 1

UYUŞTURUCU SORUNU VE EMPERYALİZM

Uyuşturucu ve uyarıcı maddelerin yaygın kullanımına ve “yasadışı” ticaretine bağlı sorunlar gittikçe çoğalıyor, canlar yakıyor, çocuk ve genç nüfusu çürütüp çökertiyor, aileleri endişe ve evlat acısına mahkum ediyor.

Uyuşturucuya karşı mücadele başlığı, büyük kentlerin kenar mahallelerinde ailelerin, annelerin, babaların, gençlerin toplumsal ve siyasal uyanışının önde gelen koşullarından biri haline geldi. Bir zamanlar geniş halk kitlelerinin afyon bağımlısı haline getirildiği Çin’de anti-emperyalist mücadelenin zaferi, hem uyuşturucu sorununun gerçek çözümü olmuş hem de bu çözümün gerçekleşme koşulu olan politik ve toplumsal uyanışın başlıca araçlarından biri haline gelmişti. Son 150 yıldır dünyanın her köşesinde narkotik madde kullanımının ve ticaretinin yaygınlaşması, kapitalizmin yayılmasına, emperyalist saldırı ve işgale eşlik etmiştir. Kapitalizmin ilkel sermaye birikiminin kirli ve kanlı temellerine kadar uzanan insanlık düşmanı niteliği, sermayenin geleneğidir ve bu gelenek bugün de ezilen kitleleri sömürmenin, baskı altında tutmanın, pasifize etmenin, çürütmenin ve çökertmenin önemli bir aracı olarak uyuşturucu ve uyarıcı madde ticaretini yaygınlaştırmaktadır. Bu yüzden uyuşturucu kullanımı ve ticareti yüzünden canı yanan ve buna karşı bir şeyler yapmak isteyen herkesin, konunun teknik, politik, tarihsel ve toplumsal temelleri hakkında bilgi sahibi olması önemlidir.

TEKNİK BİLGİLER

“Uyuşturucu sorunu” deyince ne kastediliyor?

“Uyuşturucu ve uyarıcı maddeler”, (yazım kolaylığı bakımından kısaca narkotik veya uyuşturucu ifadesini kullanırken, uyarıcı maddeleri de bu başlık altında ele aldığımız bilinmeli) insan bilincini etkileyen çeşitli kimyasal maddelere ilişkin genel bir terimdir. Bir bölümü bitkisel kaynaklı olan ancak çeşitli kimyasal üretim ve işleme yöntemleriyle üretilen bu maddelere son yıllarda giderek artan ölçekte sentetik maddeler de eklenmektedir.

Uyuşturucu maddeler afyon (haşhaş), esrar, morfin, eroin ile alkol ve uyku ilaçları gibi müsekkin etkisi olan maddelerdir. Uyarıcı maddeler ise koka (kokain), sentetik uyarıcılar (ecstacy, amfetamin, LSD), organik solventler (tiner vs.) gibi maddelerdir.

Her iki gruba giren maddelerin ortak özelliği, kullanıcılar üzerinde bağımlılık yapıcı etkileri ve ölüme kadar götüren bir dizi sağlığı bozucu etkileridir.

Bilinci etkileyen maddelerin tarih boyunca ve günümüzde farklı biçimlerde kullanımı söz konusudur. Bitkisel kaynaklı bazı maddeler, geleneksel olarak keyif verici etkileri nedeniyle binlerce yıldır kullanılagelmiştir. Alkol, esrar, koka, kahve, çay, tütün gibi maddelerin geleneksel kullanımı bunlara örnektir.

Bu maddelerin işlenmesi, sentetik dönüşümü yoluyla elde edilen kimi türevlerinin daha güçlü ve farklı (örneğin ağrı kesme, sıkıntı ve kaygı giderme, solunumu uyarma, fiziksel ve bedensel enerjiyi çoğaltma) gibi etkilerinin açığa çıkartılması, bu maddelerin tıbbi amaçla kullanımının yolunu açmıştır. Morfin, kahvedeki kafein, uyku ilaçları, müsekkinler buna örnektir. İlaç ve ecza endüstrisinin icad ettiği bu türevlerin çeşitli zararlı ve yan etkilerinin ve bağımlılık özelliklerinin anlaşılması, bu maddelerin tıbbi kullanımının çeşitli (yeşil ve kırmızı reçete zorunluluğu, kayıtlı ve denetimli kullanımı gibi) kural ve koşullara bağlanmasını gerektirmiştir.

Bu maddelerin tıbbi denetim ve koşullardan bağımsız olarak rastgele kullanımı ise, serbest piyasa ekonomisinin ve ticaretin yaygınlaşmasıyla paralel olarak yaygınlaşan bir kullanım biçimidir. Sağlığa zararlı etkileri ve bağımlılık yaratıcı özellikleri bu kullanım biçimiyle ortaya çıkmaktadır. “Yasa-dışı” narkotik üretimi, ticareti, elde edilen “yasa-dışı” kazançların aklanması, kapitalizmin her ne pahasına olursa olsun sermaye birikimini amaçlayan “liberal” yönelimlerinden güç almış, pek çok yerde ve zamanda sermaye birikiminin başlıca vasıtalarından birini oluşturmuş, zamanla emperyalist saldırganlığın ticari ve ideolojik silahlarına dönüşmüştür.

Burjuvazi uyuşturucu ve uyarıcı maddelerin üretimini, dağıtımını ve elde edilen kazançların sermaye birikimine katılmasını bir eliyle geliştirirken, öbür eliyle de ikiyüzlüce “yasa-dışı” ilan etmiştir. Burjuvazinin ikiyüzlülüğünün en tipik tezahürlerinden biri, bu maddelerin “kötüye kullanımı” (suistimal) söylemidir. Kullanıcıyı (müşteriyi) ve dağıtım zincirinin son halkasını sorunun kaynağı ve mücadelenin hedefi olarak gösteren bu söylem, teknik bir zerafete sarmalanmış, sorunun yaygınlaşmasının esas pay sahibi ve kaynağı kapitalizmi aklamayı gözeten, yanıltıcı bir ideolojik lokmadır.

SORUNUN TARİFİ VE FARKLI YAKLAŞIMLAR

Uyuşturucu sorunu, toplumsal bir sorundur. Toplumsal bilincin köreltilmesi, toplumsal ahlakın yozlaştırılması, yaygın ve devasa bir üretim ve ticaret kolu olarak örgütlenmesi ve politik sonuçlarıyla, kapitalizme özgü başka çürüme ve asalaklık belirtileri (fuhuş, kumarhanecilik, mali yolsuzluklar, faiz-rant ekonomisinin üretimin yerini alması, insan ticareti, toplum-karşıtı suç faaliyetleri, silah kaçakçılığı ve ticareti) ile paralel ve kolkola yaşamaktadır. Komünistlerin ve yurtseverlerin yaklaşımı, sorunun tarihsel ve toplumsal bağlamını görme gereğine ve burjuva liberal düşüncelere ve emperyalizme karşı ideolojik-politik mücadelenin kaçınılmazlığına işaret eder.

Soruna yaklaşımın başka biçimleri de vardır. Burjuvazinin ve devlet-hükümet-polis-ordu kurumlarının resmi yaklaşımı, uyuşturucu sorununda egemen ideolojik ve politik söylemi belirler. Uyuşturucu karşıtı gibi gözüken iki farklı yaklaşım daha vardır ki egemen burjuva söylemini tamamlar: Çözüm için sorunun kaynağına değil sonucuna işaret eden ahlakçı vaazlarıyla dinci-gerici yaklaşım ve sorunun kaynağı bataklığı değil sivrisinekleri hedef gösteren sivil-toplumcu küçük burjuva hayırseverliği.

UYUŞTURUCUNUN YAYGINLAŞMASINA ELVERİŞLİ ORTAMLAR

Uyuşturucu sorununun yaygınlaşmasının birbirini besleyen iki boyutu vardır: Kullanımının yaygınlaşması ve üretiminin-ticaretinin yaygınlaşması. Kapitalist düzenin hüküm sürdüğü çeşitli toplumsal durum ve ortamlar, bu maddelerin kullanımını ve üretimini-ticaretini özendirir.

Uyuşturucu kullanımının bireysel bir tercih olmaktan öteye toplumsal bir zemini vardır. Kullanılan farklı maddelerin, özellikle ilk kullanımlarında gözlenen farklı etkileri, bilinç değiştirici, sıkıntı giderici, endişe dağıtıcı, kişiye kendini güçlü hissettiren, aczini ve çaresizliğini, dertlerini ve sıkıntıları unutturup acıları teskin eden etkileri nedeniyle kullanıldığı hatırlanırsa, bu maddelerin kullanılmasına elverişli toplumsal durum ve ortamların anlaşılması kolaylaşır.

Uyuşturucu üretiminin ve ticaretinin de toplumsal bir zemini vardır: Sermaye birikiminin ve kar istifinin temel amaç olduğu ve asalaklaşmış bir toplumsal hayat tarzı olan kapitalizm! Askeri-politik-ideolojik saldırısıyla emperyalizm bu hayat tarzını araç olarak kullanır, besler, büyütür, yaygınlaştırır.

Kapitalist düzende gelecekle ilgili beklentilerin çaresizlik ve umutsuzluk yüklü oluşu, işsizlik ve yoksulluk üreten krizlerin sarsıcı ve yıkıcı etkileri nedeniyle ve bunun yanısıra toplumsal değer yargılarının zayıflaması, toplumsal güvensizliğin büyümesi, bireysel kestirme çözüm arayışlarının meşrulaşması sonucunda, toplumsal durum ve ortam uyuşturucu ve uyarıcı maddelerin kullanımını ve üretimini-ticaretini özendirir nitelikler kazandırır. Bu maddelerin kullanımının ve üretiminin-ticaretinin arttığını gösteren ortamların (hapishaneler, savaşlar, gelecek umudu vermeyen okullar, faşist-baskıcı-gerici siyasal rejimler, baskıcı-zorlayıcı iş koşulları vs.) hepsi kapitalizmin bataklığında ve emperyalizmin hakimiyetinde yeşermektedir.

SERMAYE BİRİKİMİ SÜRECİNDE UYUŞTURUCU TİCARETİNİN YERİ

Kapitalizmin sermaye birikimi süreçlerine tarihsel bir bakışla daha yakından göz atmak, sermayenin ilk oluşumunda ve büyümesinde uyuşturucu ticaretinin oynadığı rolü kavramak bakımından önemlidir. Sermaye ilk başlangıcında “kirli” ve kanlı bir doğum lekesiyle oluşmuştur. Kapitalizmin şafağında ilk servetlerin özel ellerde toplanmasına ve sermayeye dönüşmesine dair burjuva teorileri, Marx’ın deyişiyle, ilahiyat kitaplarındaki “ilk günah” teorilerine benzer masallarla bezenmiştir. Marx ilk sermaye birikiminin öyküsünün insanlık tarihine “kandan ve ateşten harflerle yazıldığını” açıklar. Zorla (yasa zoruyla veya açık şiddet kullanarak) emekçiler topraktan, tüketim araçlarından ve iş aletlerinden yoksun bırakılarak mülksüzleştirilmiş, devlet mülkü ve ortak mülk yağmalanarak gasbedilmiş, ücretler düşürülerek ve işgünü uzatılıp aşırı çalıştırılarak işçiler vahşice sömürülüp yoksullaştırılmış, ortaya çıkan başıboş ve serseri yığınlar vahşice cezalandırılmış, toplumsal ilişkileri piyasanın egemenliğine bırakan serbestlik (liberalizm) baş tacı edilmiş, çevre ülkelerde (Afrika’da, Asya’da, Amerika’da) hammadde sömürgeciliği yerli halkların imhası ve köle ticaretiyle kolkola yürütülmüş, devlet borçlanması sisteminin geliştirilmesi yoluyla asalak bir finans-banka-borsa zümresi oluşturulması bugünkü merkez bankacılığının ve modern vergi sisteminin gelişimine kaynaklık etmiş, insan ve hammadde kaçakçılığı meşru bir ticaret olarak görülmüştür.

Uyuşturucu ticaretinin sermaye birikiminde oynadığı rolün önemini ve kapitalizmin gelişimdeki vazgeçilmezliğini kavramak için, İngiliz emperyalizminin 19. yüzyıldaki güney ve doğu Asya siyasetine daha yakından bakalım. İngiliz Doğu Hint Şirketinin bölgedeki faaliyetleri bu açıdan çok önemli bir örnektir. Çin’in dönemin dünya ticaretine kapalı ekonomisi ve sınırlı ithalat talebi nedeniyle İngiltere Çin ile olan ticaretinde açık vermekte, ipek ve çay alımına karşı bu ülkeye yeterince mal ihraç edememektedir. Doğu Hint Şirketi çözümü bu ülkeye yönelik “özel” bir malın ihracatını özendirmekte bulur: Kendi talebini kendi büyütebilen afyon! Elbette bu malın yasal olarak ihracı mümkün değildir. Doğu Hint Şirketi ipek ve çay ithalatına karşılık olarak Çin liman ve sınırlarından afyon kaçakçılığını örgütlemeye girişir. Çin’in sınır ve liman kentlerinde afyon bağımlısı bir nüfusun oluşması güçlü bir afyon talebi yaratır. Çin yönetici çevrelerinin bu gelişmeden rahatsızlık duymasıyla sınırda afyon kaçakçılığına sınır bölgelerinde sıkı denetimler getirilir. İngiliz emperyalizmi, “kutsal” serbest ticaret hakkına getirilmek istenen bu kısıtlamalara duyduğu öfkeyle Çin’e karşı 1842’de ve 1860’da iki kez savaş ilan eder. “Afyon savaşları” olarak anılan bu sömürgeci saldırganlık, Çin’in belli başlı liman ve sınır kentlerinin İngiliz donanmasının denetiminde serbest ticarete açılmasıyla ve Çin anakarasına afyon ihracatının patlamasıyla sonuçlanır. İktisadi liberalizmin kurucu babalarından J. Stuart Mill’in Doğu Hint Şirketinin bir görevlisi olduğu da bu arada anımsatılmaya değer. Kapalı Çin ekonomisi böylece dışa açılırken afyonun açtığı kapıdan giren diğer İngiliz ihraç ürünleri Çin pazarını istila eder, yerli üretim iflasa sürüklenir. Çin nüfusu kitleler halinde yoksullaşır, 19. yüzyılın sonlarında büyük bir bölümü afyon bağımlısı haline gelir. Çin’in gümüş rezervleri, afyon bağımlısı nüfusun afyon talebini finanse etmekte kullanılıp sömürgeciler tarafından gasbedilir. İngiliz denetimindeki Hong Kong, Singapur gibi liman kolonileri özgür ticaretin merkezlerine dönüşür. Hong Kong ve Şangay merkezli bugünkü “muteber” HSBC Bank (Hong Kong Changai Bank of China) sermayesini afyon ticaretiyle oluşturmuştur.

Narkotik madde ticaretinin gelişiminde bir başka örnek kapitalist ilaç-ecza endüstrisinin geliştirdiği morfin ve eroindir. Morfin 19. yüzyılın başlarında bir Alman ecza firması tarafından geliştirilmiş ve afyon bağımlılığının tedavisi için piyasaya sürülmüştür. Morfinin afyondan daha güçlü bir bağımlılık yaptığı anlaşılmış ancak bu anlaşılana kadar çok sayıda insan morfin bağımlılığının pençesine düşmüştür. Meşhur Alman ilaç tekeli Bayer, 19. yüzyılın sonlarına doğru bu kez eroin türevini geliştirip morfin bağımlılığının tedavisi için piyasaya sürmüş, ancak eroinin morfinden de tehlikeli ve güçlü bir bağımlılık potansiyeli olduğu anlaşılmıştır. Ticari ürün olarak morfin ve eroin kullanımın yaygınlaşması böylelikle kapitalist firmaların pazarlamasıyla başarılmıştır.

GÜNÜMÜZ KAPİTALİZMİNDE NARKOTİK TRAFİĞİNİN YERİ

Kapitalist sistemin bugünkü işleyişinde narkotik ve uyarıcı maddeler trafiğinin yeri tarihsel örneklerin çizgisini izlemektedir. Görünüşte narkotik madde üretimi ve ticareti yasadışıdır. Ancak bu sadece görünüşte böyledir. Gerçekte hükümetler, devlet kurumları, ordu, polis, mahkemeler, gizli servisler, maliye, borsa, bankacılık sistemi, büyük şirketler, serbest piyasa işleyişi narkotik pazarıyla içiçe ve kolkola yürümektedir.

Bu neden böyledir? En önemli neden, hükümetlerin, devlet kurumlarının, ordunun, polisin, mahkemelerin, gizli servislerin, maliyenin, borsanın, bankacılık sisteminin, büyük şirketlerin, serbest piyasanın narkotik pazarından beslenmekte oluşudur.

Bir başka neden, askeri ve polisiye çeşitli operasyonlar için narkotik pazarının meşrulaştırıcı bir gerekçe sunmasıdır. Yakın tarihin Kolombiya’daki devrimci gerilla hareketine karşı ve Panama’nın işgali için bu gerekçeler kullanılmıştır.

Narkotik madde trafiğinin asalaklığı, sosyal parazitliği, toplumsal çürümeyi destekleyerek gençliği ve toplumsal muhalefet dinamiklerini pasifize etmenin aracı olması bir diğer nedendir. Narkotik trafiği üzerinde örgütlenen mafya, kapitalist ülkelerde burjuvazinin egemenliğini toplumda ve sokakta yeniden üretmenin ve finanse etmenin bir aracına dönüşmüştür.

Emperyalizmin karşı devrimci saldırgan askeri siyasal faaliyetlerinde narkotik ticareti vazgeçilmez bir araç haline gelmiştir. Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ve Afganistan’da karşı devrim narkotik ticaretiyle kolkola yürümüştür. Küba’ya yönelik emperyalist destabilizasyon çabalarında narkotik trafiği özel bir yer tutmaktadır.

Emperyalizmin sömürgeci işgalci faaliyetlerinde narkotik trafiği vazgeçilmez bir unsurdur. Yakın tarihin Vietnam ve Irak’a yönelik emperyalist saldırganlıklarına tıpkı 19. yüzyılın Çin’e yönelik emperyalist saldırganlık örneğinde olduğu gibi uyuşturucu ticareti eşlik etmiştir. Japon emperyalizminin 20. yüzyılın ilk yarısında Çin ve Moğolistan’a yönelik işgalci saldırısına narkotik trafiğini örgütleyerek girişmesi örneği de unutulmamalıdır. Kıbrıs’ı bir NATO üssüne dönüştüren Grivas darbesi ve izleyen Türk ordusu işgali de adayı bir kumarhane ve narkotik cennetine çevirmiştir. ABD denetimindeki Kuzey Irak Kürt bölgesinde de narkotik üretim faaliyeti ve ticareti hızla yaygınlaşmaktadır.


Günümüz kapitalizminde narkotik trafiğini gösteren resmi rakamlara göz atıldığında, sorunun boyutları ve sistemle ilişkisi daha iyi anlaşılabilir. T.C Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nın 2005 Raporu’nda, dünyada 2005 yılında uyuşturucu kaçakçılığının yarattığı rant 429 milyar ABD Doları olarak belirtilmektedir. Bu rakam, aynı yılda 163 ülkenin yıllık ulusal gelirinden fazladır, aynı yılın 298 milyar dolarlık Türkiye ekonomisinin ise 1,3 katı büyüklüğündedir. Küresel uyuşturucu rantının dörtte üçünün perakende satış piyasasında söylenmektedir. Tek başına Afganistan kaynaklı uyuşturucu madde ticaretinden 40 milyar doları aşkın bir para elde edildiği bildirilmektedir. Afyon ve türevleri ticaretinden elde edilen gelirlerin yarattığı para sirkülasyonunun aynı yıl için Türkiye’de 5 milyar dolar olduğu kaydedilmektedir. (Batı ve merkez Avrupa ülkeleri için dolaşımdaki uyuşturucu parasının 25-30 milyar dolar, Rusya için 10 milyar dolar olduğu da not edilmeli) Dolaşımdaki uyuşturucu parası rakamlarına toplam rantın %10’unu oluşturduğu sanılan ecstacy ve uyarıcı haplara ait rakamların dahil edilmediğini ve yeni gelişmekte olan bu sektörün ürünü olup liselere ilkokullara dek dağıtılan uyarıcı hapların Türkiye’de 10 YTL’ye yani İngiltere’dekinin yaklaşık altıda biri fiyatına (yani bir nevi tanıtım fiyatına!) satıldığını da anımsatalım.

BURJUVAZİNİN UYUŞTURUCUYLA MÜCADELESİ GERÇEK Mİ?

Uyuşturucuya mücadele cephesinde burjuvazinin yeri nedir? Kapitalist sermaye birikiminde bu denli büyük paralarla böyle önemli bir yer işgal eden uyuşturucu trafiğinin bilgisi ve emperyalist saldırganlık-işgal faaliyetleriyle narkotik trafiğinin içiçeliği bu konuda fazla şüphe bırakmıyor: Burjuvazi narkotik trafiğinin karşısında değil göbeğindedir. Emperyalizmin ve burjuva resmi lügatinin “narkoterörizm ile savaş” söyleminin perde arkasında narkoterörizmin bizzat emperyalistler ve uluslararası sermaye akımları tarafından yönetildiği gerçeği yatmaktadır.

Irak’ın ABD öncülüğündeki emperyalist güçler ve işbirlikçileri tarafından işgali sonrasında oluşan durum, bu konuda son örneği sunuyor: Irak İşgal Yönetimi İçişleri Bakanlığı’nın 11 ekim 2004 tarihli Kuveyt Al-Ray Al-Aam gazetesinde yayınlanan açıklamasına göre işgal sonrası Irak’ta uyuşturucu bağımlısı sayısı 1 milyonu aşmıştır. İşgal altındaki Irak’ta 2004 sonu itibarıyla her 26 kişiden biri bağımlı durumundadır. İşgal öncesi bu boyutta bir uyuşturucu sorununu tanımayan ülkede işbirlikçi hükümete göre bunun sebebi isyancıların yarattığı kargaşa ve güvensizlik ortamıdır. Irak direnişi ise ABD ve İsrail gizli servislerinin narkotik trafiğini yönettiğini açıklamaktadır. Son günlerdeki işgal sonrası el konulan Irak Hazinesine ait on milyarlarca doların “kaybolduğu” haberleri dikkate alınırsa, bu kaybın en azından bir bölümüyle uyuşturucu ticaretinin finanse edildiği rahatlıkla tahmin edilebilir. Afyon Savaşları sırasında Çin’in gümüş rezervlerini benzer mekanizmalarla gasbeden emperyalizmin suç sabıkası, bu varsayıma inanmayı rahatlıkla mümkün kılmaktadır.

Burjuvazinin uyuşturucu trafiğini yöneten mafya ve kaçakçılık şebekeleriyle mücadelesi ne kadar gerçektir? Narkotik trafiğine yönelik resmi tutuklamaların önemli bir bölümü, asıl rantın oluştuğu ve paylaşım kavgasının yürütüldüğü perakende dağıtım ağında gerçekleşmekte olup, bu tutuklamaların polis ve mafya arasındaki pazarlığın bir parçası olduğu bilinmektedir. Mafya çeteleriyle resmi mücadelenin kamuoyuna yansıtılmayan perde arkasında, genellikle polisle işbirliği yapan rakip çetelerin önünün açılması gerçeği yatmaktadır. Polisiye tedbirler, uyuşturucu arz ve talebini etkileyebildiği ölçüde ve dolaylı olarak çoğu zaman narkotik fiyatlarının yükselmesini sağlamaktan başka işe yaramaz.

Mafya ile resmi devlet ve polis mücadelesinin niteliği hakkında aydınlatıcı bir örnek, eski Panama Devlet Başkanı Alberto Noriega’dır. Noriega Panama devlet başkanı olmadan önce İnterpol’ün uyuşturucuyla mücadele etmekle görevli masasında bir yetkiliydi. Panama kanal ticaretini denetleyen ABD kolonisi yapay Panama devletinin başına ABD marifetiyle getirildi. Uyuşturucu gelirlerini paylaşım dengelerini bozacak ölçülerde kişisel servetinin kapısı haline getirince bu dengeleri yeniden tesis etmeye yönelik bir ABD operasyonuyla görevden uzaklaştırıldı.
Narkotik trafiğinin önemli bir unsurunun, elde edilen uyuşturucu gelirinin banka sistemi yoluyla “aklanması” olduğu bilinmektedir. Böylelikle büyük miktarlarda para yasal dolaşıma sokulmakta, kamu ihaleleri, inşaat, eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere çeşitli sektörlerde yatırıma yöneltilmektedir. “Aklama” faaliyetlerinin limanların, büyük kamu şirketlerinin özelleştirilmesi üzerinden yürütüldüğü düşünüldüğünde, “kara parayla mücadele” söyleminin boş laftan ibaret olduğu kabul edilmelidir. Sermayeyi oluşturan servetlerin parası ilk oluşumundan beri “kanlı” ve “kirli”dir. Ak para- kara para ayrımı, helal kazanç- meşru olmayan kazanç karşılaştırması burjuva ideolojisinin bir icadıdır. “Aklama” söylemi sermayeyi bir bütün olarak aklamayı amaçlar. Bush ve Clinton hükümetleri döneminde yönetimde üst kademede görev almış bir yatırım bankacısının (Catherine Austine Fitts) açıklamaları, önde gelen büyük bankaların, finans kuruluşlarının ve borsanın (American Insurance Group, Bank of America, Bank of New York, BBT, Citibank/Citigroup, Credit Suisse First Boston, Deutsche Bank, FleetBoston, General Electric, Goldman Sachs, HSBC Bank, JP Morgan Chase, Mellon Financial Corporation, Merrill Lynch, PNC, SunTrust Banks, Wachovia Bank) “kara para” denilen kaynaklara bağımlılığına işaret etmektedir. Fitts’in açıklamalarına göre bu bağımlılık tarihten bugüne o denli yüksek boyutlardadır ki, sistemin gerçekten aklanması mümkün olsaydı, banka ve borsa sisteminin ayakta durması mümkün olmazdı.


Uyuşturucuyla mücadelede dinci-gerici akımların ahlakçı kampanyaları, kapitalizmin ve sermayenin ideolojik ve siyasal bakımdan aklanmasına hizmet eder. Uyuşturucu sorununun kaynağındaki sermaye egemenliğini ve piyasa serbestisini sorgulamayan ve es geçen bu yaklaşımın sahiplerine göre, uyuşturucu karşıtı mücadele sorunun kaynağını değil sonuçlarını hedeflemelidir. Kullanıcıların ve perakende dağıtım zincirindeki son halkanın suçlanmasını esas alan ahlakçıların çözümü, hedef tahtasındaki uyuşturucu bağımlılarının ve çoğu zaman kendileri de bağımlı olan son dağıtıcıların ahlaken düzeltilmesidir. Toplumsal değerlerdeki aşınmanın, çürümenin ve ahlaken zayıflamanın kaynağındaki kapitalizm, dinci-ahlakçı yaklaşımın görme alanında yer almaz. Ahlakçılar burjuvazinin en gerici odaklarının hesabına siyasal ve ideolojik istismarı gözetir, bu istismar çoğu zaman dağıtım zincirinin son halkasında yer alan toplumun en alt ve dışlanmış kesimlerine (ABD’de siyahilere, Fransa’da esmer renklilere ve araplara, Türkiye’de kürtlere) yönelen ırkçı-şoven-ayrımcı propagandalara yaslanır.
Uyuşturucu karşıtlığını son dağıtıcının veya kullanıcıların eğitimi ve ıslahı üzerinden ele alan bir başka yaklaşım ise burjuva sivil-toplumcu çabalarda temsil edilmektedir. Dinci-ahlakçı yaklaşımın daha laik bir çeşidi olmaktan farklı duruşu olmayan sivil-toplumculuk da sorunun kaynağındaki kapitalist bataklığı gözardı eder.


Burjuvazinin uyuşturucu karşıtı mücadelesinin Türkiye’de özel önem arzeden bir örneği de MHP’nin faaliyetleridir. MHP’nin tutumu, yavuz hırsızın ev sahibini bastıracak kadar çok ses çıkartmasına, memleketi satmaya hız verenlerin bayrağı daha çok büyütüp daha yükseğe çekmesine benzemektedir. MHP’nin narkotik trafiği ve mafya ile içiçeliği kurucu başbuğundan sokaktaki militanına kadar iyi bilinmektedir. Uyuşturucu parasıyla silahlanıp devrimcilere karşı kanlı bir sokak savaşı yürüttükleri yıllardan beri süregelen kirli gelenek bu faşist partide halen yaşamaktadır. Bugün de ülkü ocakları-liseler-yere mafya bağlantısı sürmektedir.

UYUŞTURUCU SORUNUNDA YURTSEVER SİYASETİN TEMELLERİ

Komünistler, yurtseverler emperyalizm ile hesaplaşmadan, kapitalist düzen yıkılmadan uyuşturucu sorununun çözülemeyeceğini savunmaktadır. Burjuva hayırseverliğinin, dinci ahlakçı yaklaşımların, burjuva polisiye önlemlerin ikiyüzlülüğü ve çözümsüzlüğü eleştirilmeli ve teşhir edilmelidir. Bağımsızlık mücadelesinin zaferi ertesinde yüzyıllık uyuşturucu meselesini kökünden halleden Çin Halk Cumhuriyeti örneği akılda tutulmalıdır. Emperyalizmin etki alanında olmadığı dönemlerde sosyalist ve bağımsız ülkelerin uyuşturucu sorunundan muaf oldukları, karşı-devrim sonrası Rusya’da ve Afganistan’da, emperyalist işgal sonrası Irak’ta ve Vietnam’da sorunun nasıl yaygınlaştığı unutulmamalıdır.

Bağımsız ve emekçi halkın egemen olduğu bir ülkede sosyalizmin inşası, kapitalizmden devralınan narkotik madde bağımlısı nüfusun devletin sağlık sistemi içinde tedavi edilmesini ve rehabilitasyonunu sağlayacaktır. Sosyalizm ve bağımsızlık, uyuşturucu kullanımına ve ticaretine ortam hazırlayan toplumsal koşulları ortadan kaldıracaktır.

Yurtseverler ve komünistler, bugünden başlayarak sosyalist ve bağımsız bir düzenin kurulması sürecinin bütün aşamalarında narkotik bağlantılı karşı-devrimci ve faşist çetelerin siyasal-mafyatik-askeri operasyonlarının karşısında yer alacak, bu faaliyetlere engel olmayı ve izin vermemeyi amaçlayacaktır.

BİLİM- TOPLUM- FELSEFE- SANAT YAZILARI 1

FUTBOL: SOKAKTAN BORSAYA


Seyirlik gösteri sektörünün, büyük finansal kaynakları cezbedebilen asalak işkollarından biri olarak geç-kapitalist toplumda popüler ilgi konusu olduğu biliniyor. Gösteri sanatlarını sıradanlaştırılmış bir fabrikasyon ve bayağı bir sunum ile pazarlayarak kapitalist sanayinin kitlesel üretim çemberlerini toplumsal hayatın bütününe yaygınlaştıran bu sektör, son yıllarda futbol gibi spor dallarını, gündelik hayatı, özel hayatları da iş alanları arasına kattı. Bu işkollarının rant üretimi, geç-kapitalizmin asalaklaşmasının ve çürümesinin yeni halkalarını oluşturuyor. Geç kapitalist toplumda, futbol bu nedenle artık bir “spor dalı” değil bir “endüstri” olarak anılıyor.

Bedensel etkinlik olarak sporun evrimi, toplumsal ilerlemeye karşılık gelen bir dizi aşamada izlenebilir. Üretici güçlerin gelişmesinin kalıcı ve toplumsal olarak mülk edinilebilir bir artı-değer oluşmasını mümkün kıldığı neolitik devrimden başlayarak, çeşitli savaş ve üretim beceri ve hünerlerinin bir soyutlaması biçiminde gelişen spor etkinlikleri, zamanla kurallı ve yarışmalı düzenli bir boş-zaman faaliyeti olarak belirdi. Spor öncelikle artı-değeri mülk edinen köle sahipliğinin ve erkek-egemenliğinin bir etkinliği idi. İlk çağlarda, kölelerin, esirlerin ve kadınların Olimpiyat oyunlarına seyirci olarak bile alınmadığını biliyoruz. İnsanlık tarihinde devletin ortaya çıkışının spor ile yaşıt olması, her ikisinin köklerinin toplumsal sınıflaşmanın başlangıcında bulunmasıyla ilişkili gözükmektedir(1).

Takım sporlarının gelişmesi, üretici güçlerin ilerlemesinin ve daha ileri bir toplumsal işbölümünün belirtisidir. Henüz büyük ölçüde mülk sahibi azınlığın tekelinde olan boş zamanlar, emeğin üretkenliğindeki artış ve gelişen sınıf mücadeleleri sonucunda daha fazla boş zamana sahip olabilen emekçi sınıfların seyirci olarak kitlesel biçimde spor etkinliklerine yönelmesine elvermiştir. Takım sporlarının sistemli ve ağırlıklı olarak öne çıkması, öte yandan sporcu ve seyirci ayrışmasıyla birlikte sporun kitlesel seyirlik niteliğinin belirginleşmesi, kapitalist kitlesel üretim koşullarında mümkün olmuş, kitleleri seyirci olarak toplayan kapitalist üretim biçimini kendi bünyesinde yeniden üreten büyük spor tesisleri ve kapitalist işletme modeline göre örgütlenmiş spor kulüpleri oluşmaya başlamıştır. İlk futbol kulüplerinin ve taraftar seyirci gruplarının kapitalist gelişmenin doruğunu temsil eden İngiltere’de maden ve fabrika işletmelerinde ortaya çıkması bu nedenle şaşırtıcı değildir(1).

Şu halde spor toplumsal sınıflar arası bir mücadele alanıdır. Spor alanlarında bireyselllik ile kollektivizm, amatörlük ile profesyonellik, katılımcılık ile seyircilik, seçkinlik ile popülerlik, erkek-egemenliği ile kadın özgürlüğü, savaşçılık ile barışçılık çarpışmaktadır. “Sportif pratikler alanı,... sportif pratiklerin meşru tanımını ve sportif etkinliğin meşru işlevini _ amatörlüğe karşı profesyonellik, katılımcı spora karşı seyirlik spor, seçkin spora karşı popüler kitle sporu _ tekelci bir tarzda tanımlamanın söz konusu olduğu bir mücadele alanıdır; bu alanın kendisi, daha geniş bir mücadele alanının, bedenin meşruluğunu ve bedenin meşru kullanımını tanımlama mücadelesinin bir parçasıdır”(2). Spor böylelikle toplumsallaşmayı ilerletir.

Futbol, kapitalizmin bağrındaki üretim ilişkilerinin bir yansıması olarak doğdu ve kurallarının düzenlendiği, şiddet ve yıkıcılık unsurlarının denetlendiği bir ehlileşme süreci boyunca, sokaklarda yaşayan ve kapitalizm için yıkıcı bir potansiyel taşıyan işçi sınıfının kitlesel hareketini temsil özelliklerini yitirdi. Yarışmalı sporların ağır bastığı spor dünyası, yarışmalı bir toplumsal hayata karşılık geliyordu. Geç kapitalist toplumda az sayıda sporcunun diğerleri arasından sivrilmesi, şöhret edinmesi, toplumun alt katlarından yukarlara tırmanması ve dönme dolabın çarklarına kapılıp aynı hızla yeniden aşağılara yuvarlanması, kapitalizmin bağrındaki üretim ilişkilerinin evrimini yansıtmayı sürdürdü.

Futbol ve çevresinde oluşan kültür, oyunun kendisine özgü tiyatro benzeri ve kutsallık ritüellerini taşıyan nitelikleriyle, insani varoluşun evrensel çelişkilerini oynayan ve seyredenlere yaşatan bir dünyayı temsil etti. “Umut ve korku, sevinç ve hayal kırıklığı, haz ve acı, savunma ve saldırı, galibiyet ve yenilgi, fizik güç ve şiddetin denetimi gibi kutupsallıkların dolayımıyla, insani varoluşun evrensel çelişkilerini cisimleştirmekte, ve böylece mimetik ve kathartik bir anlam” kazanmaktaydı(3).

20.yüzyıl boyunca gerçekleşmiş sosyalist sistemde farklı bir spor anlayışı egemen oldu. Spor bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı büyümenin, yaşamanın ve toplumsallaşmanın bir gereği, gündelik toplumsal hayatın bir parçasıydı. Yaygın ve kitlesel spor olanağı, sosyalist ülkelerin uluslararası yarışmalardaki başarısının temeliydi. Öte yandan sporla içiçe yaşayan halkın çoğunluğu yarışmalı sporlar kadar yarışmasız spor etkinliklerine de katılıyordu. Doğa yürüyüşleri, dağcılık, bisiklet gezileri, jimnastik gibi spor dallarına ilgi fazlaydı (4).

POLİTİKA VE FUTBOL

Clausewitz’in savaşa dair iyi bilinen tarifi uyarınca, savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır. Bugün spor için bu tarifin genelleştirilebileceğini anlıyoruz. Yarışma ve karşılaşma biçimindeki spor etkinliklerinin düzenlendiği organizasyonların tarih boyunca politik ve toplumsal bir özü bulunuyordu. Antik çağ olimpiyatları, eski Helenik kent devletlerinin birliğini sağlama çabasıyla yakından ilgiliydi.1936 Berlin olimpiyatlarının Nazizm propagandasına vesile yapılmak istenmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Olimpiyat ve uluslararası spor yarışmalarının kapitalist ve sosyalist sistemler arası mücadelenin arenasına dönüşmesi, 1972 Münih Olimpiyatlarının Filistin sorunu, 1980 Moskova Olimpiyatlarının Afganistan sorunu etrafında dönmesi, uluslararası futbol karşılaşmalarının uluslar arasında yaşanan savaşların simülasyonu gibi gerçekleşmesi gözlerden kaçmıyor. Türk takımlarının Avrupa maçları, ülke kamuoyunda neredeyse küffar üzerine Osmanlı seferlerinin tekrarı gibi algılanıyor. Albaylar cuntasını işbaşına getiren darbe sonrasında Yunan futbol takımlarının UEFA maçlarından dışlanması üzerine Yunanistan’da yer yerinden oynadığı hatırlardadır. Almanya Demokratik Cumhuriyetinin soğuk savaş yıllarında NATO tarafından uygulanan ambargo ve abluka politikasını spor aracılığıyla kırdığı biliniyor.

Salazar’ın Portekiz’i onyıllarca yönetme formülü olarak tarif ettiği “üç F”, futbolu katolik inanç sistemi (fatima), ve pagan-hristiyan festival geleneği (fiesta) yanısıra bir popüler kitlesel tüketim konusu ve dolayısıyla kitleleri yönetme tekniği olarak nitelendirmektedir. Ülkelerinin futbolda gösterdiği başarılarla yakından ve bizzat ilgilenen hatta bu başarıları “yöneten” politik liderler nedense en çok faşist diktatörler arasından çıkmaktadır (Mussolini, Videla). Çöküş yıllarında Roma İmparatorluğu’nu ayakta tutan gladyatör dövüşlerinin yoz ve seyirlik şov yanıyla bundan geri kalır yanı olmadığı bellidir.

Çağımızda sporun kurumlaşma ve evriminin kapitalizmin ekonomik-toplumsal-politik evrimine denk düştüğünün örnekleri çoktur: İlk çokuluslu spor örgütü Uluslararası Olimpiyat Komitesi Milletler Cemiyeti ile yaşıt, Birleşmiş Milletler’den yarım yüzyıl daha eskidir; Türkiye’de atletizm federasyonunun Cumhuriyet’in kuruluşunu öncelediği unutulmamalıdır(1). 1920’lerde futbolda bir “Dünya Kupası Projesi” hazırlandığında, bu fikre Avrupa’da en fazla direnç gösteren ülkenin, sonradan Avrupa Birliği’ne de aynı direnci gösteren İngiltere olması ilginçtir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaş ittifakları futbolda devam etti. Galipler ve mağluplar kendi aralarında yarışıyordu. İngiltere, kıta Avrupası takımlarıyla maç yapmaya uzun süre tenezzül etmedi(3). Sporda yarışma, lig ve kupa organizasyonlarının kapitalizmin ulusal devletlerin oluşumu aşamasında ulusal düzeylerde gerçekleşmesi, emperyalizm ve küreselleşme sürecinde ise kıta ve dünya ölçeğinde yapılması, sporun tarihsel kökenleri, devlet ve sınıflar mücadelesiyle yakın ilişkisi bakımından dikkat çekicidir.

Öte yandan futbolun basit olarak halkı yönetmeye izin veren bir politik manivela ve toplumdaki sınıf egemenliği biçimini gündelik hayatta yeniden üreterek meşrulaştıran bir araç olarak görülmesine itiraz eden kimi yazarlar, futbolun bir popüler kültür biçimi olarak sergilediği mitik, dinsel, simgesel, sınıfsal, ataerkil, milli vs. anlamlara işaret etmektedir. Buna göre futbol, “toplumsal ilişkilerin ve bunların dönüşümünün popüler bilinçlerdeki hayali kuruluşuna işaret eder ve boyun eğme/direniş diyalektiğine dayanan bir kültürel mücadele alanı oluşturur” (3).

FUTBOLDA ŞEYTAN ÜÇGENİ: ŞİRKETLEŞME, ŞİDDET, ŞİKE

Futbol kulüplerinin ilk kuruldukları yıllardan başlayarak maden ocaklarındaki ya da fabrikalardaki kapitalist işletme modelini örnek aldıkları bilinmektedir: Zengin bir patronun kulüp başkanlığı, fabrika ya da ocakta çalışan işçileri temsil eden ve onların kendileriyle özdeşim kurabileceği yetenekli futbolculardan oluşan bir takım, oyunu seyrederek daha iyi bir hayata ilişkin beklentilerini, öfkelerini, tepkilerini, birikmiş enerji ve gerilimlerini “tüketecek” bir seyirci kitlesi...

Futbolun bağrında geliştiği kapitalizmin geç ve çürümüş aşamasına özgü bir evrim göstermesi, bir spor dalından geniş halk yığınlarının umut ve beklentilerini sömüren bir endüstriye dönüşmesi bu nedenle anlaşılmaz değildir.

Futbolda geç kapitalizme özgü özelleştirme süreci ilerledikçe, spor kulüplerinin kar amaçlı şirketlere dönüşmesi, savaş ve üretim hünerlerinin barışçıl soyutlanması niteliğindeki sportif etkinliğin şiddet ve yıkıcılık içeren aslına rücu etmesi, bedeni eğitme ve geliştirme özelliklerinin ölçüsü olarak yarışma ve başarmanın yerini parayla satın alınabilen zafer ve maddi kazanç getirilerinin alması kaçınılmazdı. 1980’lerin özelleştirme dalgası, tıkanan meta ekonomisi için yeni soluk boruları açmaya iki ayrı koldan girişti: Spor kulüpleri (başlıca futbol) ve kamu hizmetleri (su, enerji, temizlik, sağlık, ulaşım gibi). Futbol kulüpleri, tıpkı kamu hizmeti veren kuruluşlar gibi, hisseleri borsada alınıp satılabilen anonim şirketlere dönüştürüldü. Her iki alanda da, metalaşmaya sınırsız açılımın yol açtığı öncelikler değişimi, zedeleyici ve yıkıcı etkileriyle toplumu sarstı (5).

Son yıllarda medya ve seyirlik şov endüstrisinin büyük sermayedarları, kara para ve mafya bağlantılarıyla birlikte futbol kulüplerini fethetmeye girişti. İngiltere’de Manchester United kulübü medya baronu Murdoch tarafından ele geçirilmek istendi. İtalya’da Berlusconi-Milan örneği biliniyor. Medya-mafya koalisyonunun bu huruç harekatı, büyük takımlarla sınırlı değil. Türkiye’de Mehmet Ağar-Korkut Eken ikilisinin Galatasaray üzerine düşen gölgesinin bir dudağı yerdeki sıradan faşizmde, bir dudağı gökteki perimiliter Susurluk çetesinde uzanıyor.

Bugün çoğu spor kulübünde amatör dallar yük ve masraf kapısı olarak görülüyor, bu dallara para ayrılmıyor, bu dallarda spor etkinlikleri teşvik edilmiyor. Futbol dışı spor dallarının medya, reklam ve seyirci desteğini sağlayamaması nedeniyle gerilemesine göz yumuluyor. Kulüpleri şirket gibi gören anlayış, spor dalları arasında eşitsiz gelişmeyi derinleştiriyor. Futbol kulüpleri artık yerel taraftar topluluğu tarafından eskisi kadar sadık biçimnde desteklenmiyor. İnsanların daha kolay yer değiştirebildiği ve iletişim kurabildiği günümüz dünyasında futbol takımları ne top koşturan oyuncuları ne de taraftarları bakımından eskisi kadar yerel kimliklerin taşıyıcısı değil.

Günümüzün profesyonel futbolu, yırtıcı ve yıpratıcı bir oyun tarzına dayanmaktadır. Fabrikalardaki çalışma süreçlerinin aynaya vurduğu bu oyun tarzı, sporcuyu sık sık sakatlanma riskine maruz bırakabilen, doping ile zorlayan, bedensel deformasyonlara uğratan bir yabancılaşmayı temsil etmektedir (6).

Hem dünyada hem de Türkiye’de, futbolun ve şiddetin içiçeliğinin örnekleri, saha içinden tribünlere ve sokaklara kadar yayılıyor. Bir zamanlar “İngiliz Hastalığı” olarak anılan ve sosyalist ülkelerde örneklerine rastlanmayan hooliganizm, bugün Avrupa’nın bir çok ülkesinde önü alınamayan bir problem mertebesine erişmiş durumdadır. Galatasaray ve Roma futbolcuları arasında Roma’da saha içinde başlayan tekmeli yumruklu kavga, İstanbul Taksim meydanında Leeds taraftarı iki ingilizin öldüğü kavga, bu yılki Galatasaray-Fenerbahçe maçında Şükrü Saraçoğlu stadyumunda yaşanan tribün şiddeti, yakın tarihte yaşanmış çarpıcı örnekler... Yıllar önce Kayseri ve Sivas gibi illerin halkını birbirine topluca düşmanlaştıran ve onlarca cana malolan futbol maçları da hala unutulmuş değil. 2002 Dünya Kupası finalleri için Japonya’dan istenen hooligan raporuna “bizde hooligan yok” yanıtı veren TC İçişleri Bakanlığı da Türkiye’deki futbola bulaşan şiddetin inkarcısı olarak aslında bu şiddeti akladığını ve gözettiğini resmen itiraf etmiş oluyor.

Futbol çevresinde gelişen şiddet kültürü, özelleşen, dar kafalı şovenizmin ve faşizmin güdümüne giren futbol endüstrisinin bir uzantısı olarak anlaşılabilir. Futbol kulüplerine egemen çevrelerin kendi taraftar çetelerini örgütleyip destekleyerek mafyatik-faşist bağlantılarını besledikleri, eğittikleri ve kullandıkları bilinmektedir. Futbol hooliganizmi, kulüp (ve medya) merkezlerinden yayılan ve taraftar kitlesindeki müsait toplumsal ruh halinden yararlanan bir şiddet salgını biçiminde örgütlenmektedir (7)

Şikenin futbol endüstrisinde ulaştığı yaygınlık, geç-kapitalist toplumdaki çürümenin göstergelerinden bir başkası olarak dikkat çekiyor. Futbol alanını düzenleyen ulusal ve uluslararası kurum ve organizasyonlar, mafya ve kara para ilişkilerine boğazlarına kadar batmış durumdadır. Spor kulüpleri, hakem komiteleri, federasyonlar, kupa ve lig organizasyonları, bir gangsterler şebekesinin yönetimindedir. Futbol endüstrisi, bu özellikleriyle, büyük medya, kumarhane, fuhuş ve narkotik sektörlerine benzer ve içiçe şekillenmiş, maç sonuçlarının satın alındığı, bol bol şiddetin kullanıldığı ve halk yığınlarının sömürüldüğü bir aşamaya varmış bulunuyor.

Şirketleşen futbol kulüplerinin geri alınmasına yönelik bir taraftar hareketinin bazı ülkelerde oluşmaya başlaması, kulüpleri ele geçirmek isteyen Murdoch gibi medya patronlarının Manchester United’da olduğu gibi geri püskürtülebilmesi, sınıf mücadelesinin buralara da sirayet etme temayülüne işaret ediyor. Futbol kulüplerinin şirketleşmesine karşı, dernek ve kooperatif gibi taraftar ve futbolcu ağırlıklı seçeneklerin savunulmasının önemi artıyor.

KRİZ VE FUTBOL

Futbol gibi kitlesel ilgi konusu spor dallarının derin ekonomik kriz yıllarında çok gelişmesi, futbol oynayanların ve seyircilerin ilgi ve katılımının artması, o karanlık çöküntü zamanlarında insanların morallerini yüksek tutabilmek için artan ölçüde futbola yönelmeleriyle yakından ilgili gözükmektedir. İşsizliğin gölgesindeki maden ocakları ve fabrikalarda sahada top koşturan futbolcularla özdeşleşen seyirci yığınları bunun ilk göstergesi olmuştur.(1) Şirketlere “akıl veren” Jonas Ridderstrale isimli bir “yönetim gurusu”, ilginçtir, Türkiye’nin mevcut ekonomik krizden çıkışı için Dünya Kupasını kazanma vizyonuna sahip olmasını önermektedir (8). Öte yandan, büyük paraların döndüğü (1999 yılında 92 profesyonel ingiliz futbol kulübünün geliri 1 milyar sterlini yani yaklaşık 3 katrilyon TL’yi aşıyordu) bir iş kolu olarak futbol endüstrisi bizzat krizin içindedir. Şirketleşmiş futbol kulüplerinin kar oranları bütün dünyada düşmekte ve hisse değerleri azalmaktadır.

Kapitalist krizin pençesinde bunalan topluma sosyalizm, bugünkünden daha iyi bir hayatın vazgeçilmez bir unsuru olarak, spor ile içiçe bir yaşam tarzı önermektedir. Sporun ilkokuldan başlayarak örgün eğitim içinde beden eğitimi öğretmenleri tarafından yaptırılması, eğitim sisteminde spor derslerine ayrılan saatlerin çoğaltılması, beden eğitimi öğretmenlerinin sayısının çoğaltılıp yaygınlaştırılması, çocukların süt ihtiyacının devlet tarafından bedelsiz karşılanması, spor hekimliğinin yaygınlaştırılması, hükümetin spor, gençlik ve eğitim hizmetlerine ayırdığı bütçe payının artırılması, amatör spor etkinliklerinin ve yarışmasız sporların desteklenmesi, sosyalist bir programın anahatlarıdır(9).

Kapitalizmin boyunduruğundan kurtulma mücadelesinde, işçilerin zamanın özgürleştirilmesine yönelik talep ve politikalarının ağırlığının, 19. yüzyıl sonlarında 8 saatlik iş günü için verilen mücadelelerden 20. yüzyıl sonlarında 35 saatlik iş haftası için verilen mücadelelere kadar toplumsal gündemde kendisini her zaman güçlü biçimde hissettirdiği, iyi bilinir. Bugün daha iyi bir hayat için verilen mücadelede, işçilerin iş sırasında tüketilen işgücünü yeniden üretmesi için toplumsal bakımdan gerekli çalışma zamanını azaltmaya elveren emek üretkenliği artışının sonuçlarından yararlanmak için “çalışma saatlerinin azaltılması” talebini yükseltmesinin yanısıra, çalışma saatlerinden artakalan boş zamanlarını spor, sanat ve eğitim gibi insani niteliklerin geliştirilmesine yönelik çalışmalara ayırmasının önemi artmaktadır. Günümüzde sınıf mücadelesi, çalışma saatlerinin ve sömürü oranının belirlenmesi üzerinden yürütülen bir mücadele olmakla kalmıyor, aynı zamanda çalışma saatlerinden artakalan boş zamanlara hangi sınıfın ne ölçüde hükmedeceğinin kararlaştırılması da önem kazanıyor. İşgücünün yeniden üretildiği çalışma-dışı zamanın metalaşmış seyirlik spor gösterileri ve ilişkili başka meta ve hizmetlerin satışıyla kazanç sağlaması, sadece yeni bir sömürü kapısını açmakla kalmıyor, böylelikle ve aynı zamanda “üretimin hükümranları, çalışma ve tüketimi kendi tutucu çıkarlarıyla uyumlu değerlerle doldurmaya” fırsat bulabiliyor(10). Boş zamanın toplumsal anlamı, böylelikle topluma hangi sınıfın egemen olduğu sorusunun yanıtıyla ilişkilenmekte, boş zamana hükmeden sınıfın kültür ve değerleri kapitalist toplumun karşıt sınıfları arasındaki mücadelenin gerçekleştiği ortamı belirlemektedir. Bir boş zaman etkinliği olarak bugünkü futbol endüstrisi, çok yakın ilişkide olduğu medya ve diğer seyirlik şov endüstrisi dalları ile birlikte, bu ortamın yaratılmasına yaptığı katkı nedeniyle, nasıl dolaysız olarak burjuvazinin egemenliğini yeniden üretmeye dönük politik bir anlam taşıyorsa, sosyalist bir siyasal programın daha iyi bir hayat için işçilerin ve toplumun önüne koyduğu hedefler arasında spor dahil insani niteliklerin geliştirilmesinin toplumsal bakımdan talep edilmesi, desteklenmesi ve güvenceye alınmasının yer alması da, işçi sınıfının egemenliğini sağlamaya yönelik politik bir içerik taşımaktadır.

(1) Fişek, K., Devlet, Boş Zaman, Spor, Bilim Sanat, 18: 4-7, 1982.
(2) Bourdieu, P., Sport and Social ClasS, Social Science Information, (17) 6, 1978.
(3) Erdoğan, N. Popüler Futbol Kültürü ve Milliyetçilik, Birikim, 49: 26-33, 1993.
(4) Lök, V., Halk Koşuları, Bilim Sanat, 18: 20-21, 1982.
(5) Michie, J., Football for the Fans, Red Pepper, No:80: 22, 2001.
(6) Çupi, İ., Çehov’un Vişne Bahçesinden Futbol Stadlarına, Bilim Sanat, 18: 13, 1982
(7) Marsh, P., Fox, K., Carnibella, G., McCann, J. and Marsh, J. Football Violence and Hooliganism in Europe, Report of the Amsterdam Group, 1996
(8) Hürriyet, 14.05.2002, 12
(9) Acun,E., Çocuk ve Spor, Bilim Sanat, 18: 17, 1982
(10) Argın, Ş., Boş Zamanın Toplumsal Anlamı Üzerine Notlar, Birikim, 43:29-41, 1992.