17 Kasım 2008 Pazartesi

BİLİM- TOPLUM- FELSEFE- SANAT YAZILARI 1

FUTBOL: SOKAKTAN BORSAYA


Seyirlik gösteri sektörünün, büyük finansal kaynakları cezbedebilen asalak işkollarından biri olarak geç-kapitalist toplumda popüler ilgi konusu olduğu biliniyor. Gösteri sanatlarını sıradanlaştırılmış bir fabrikasyon ve bayağı bir sunum ile pazarlayarak kapitalist sanayinin kitlesel üretim çemberlerini toplumsal hayatın bütününe yaygınlaştıran bu sektör, son yıllarda futbol gibi spor dallarını, gündelik hayatı, özel hayatları da iş alanları arasına kattı. Bu işkollarının rant üretimi, geç-kapitalizmin asalaklaşmasının ve çürümesinin yeni halkalarını oluşturuyor. Geç kapitalist toplumda, futbol bu nedenle artık bir “spor dalı” değil bir “endüstri” olarak anılıyor.

Bedensel etkinlik olarak sporun evrimi, toplumsal ilerlemeye karşılık gelen bir dizi aşamada izlenebilir. Üretici güçlerin gelişmesinin kalıcı ve toplumsal olarak mülk edinilebilir bir artı-değer oluşmasını mümkün kıldığı neolitik devrimden başlayarak, çeşitli savaş ve üretim beceri ve hünerlerinin bir soyutlaması biçiminde gelişen spor etkinlikleri, zamanla kurallı ve yarışmalı düzenli bir boş-zaman faaliyeti olarak belirdi. Spor öncelikle artı-değeri mülk edinen köle sahipliğinin ve erkek-egemenliğinin bir etkinliği idi. İlk çağlarda, kölelerin, esirlerin ve kadınların Olimpiyat oyunlarına seyirci olarak bile alınmadığını biliyoruz. İnsanlık tarihinde devletin ortaya çıkışının spor ile yaşıt olması, her ikisinin köklerinin toplumsal sınıflaşmanın başlangıcında bulunmasıyla ilişkili gözükmektedir(1).

Takım sporlarının gelişmesi, üretici güçlerin ilerlemesinin ve daha ileri bir toplumsal işbölümünün belirtisidir. Henüz büyük ölçüde mülk sahibi azınlığın tekelinde olan boş zamanlar, emeğin üretkenliğindeki artış ve gelişen sınıf mücadeleleri sonucunda daha fazla boş zamana sahip olabilen emekçi sınıfların seyirci olarak kitlesel biçimde spor etkinliklerine yönelmesine elvermiştir. Takım sporlarının sistemli ve ağırlıklı olarak öne çıkması, öte yandan sporcu ve seyirci ayrışmasıyla birlikte sporun kitlesel seyirlik niteliğinin belirginleşmesi, kapitalist kitlesel üretim koşullarında mümkün olmuş, kitleleri seyirci olarak toplayan kapitalist üretim biçimini kendi bünyesinde yeniden üreten büyük spor tesisleri ve kapitalist işletme modeline göre örgütlenmiş spor kulüpleri oluşmaya başlamıştır. İlk futbol kulüplerinin ve taraftar seyirci gruplarının kapitalist gelişmenin doruğunu temsil eden İngiltere’de maden ve fabrika işletmelerinde ortaya çıkması bu nedenle şaşırtıcı değildir(1).

Şu halde spor toplumsal sınıflar arası bir mücadele alanıdır. Spor alanlarında bireyselllik ile kollektivizm, amatörlük ile profesyonellik, katılımcılık ile seyircilik, seçkinlik ile popülerlik, erkek-egemenliği ile kadın özgürlüğü, savaşçılık ile barışçılık çarpışmaktadır. “Sportif pratikler alanı,... sportif pratiklerin meşru tanımını ve sportif etkinliğin meşru işlevini _ amatörlüğe karşı profesyonellik, katılımcı spora karşı seyirlik spor, seçkin spora karşı popüler kitle sporu _ tekelci bir tarzda tanımlamanın söz konusu olduğu bir mücadele alanıdır; bu alanın kendisi, daha geniş bir mücadele alanının, bedenin meşruluğunu ve bedenin meşru kullanımını tanımlama mücadelesinin bir parçasıdır”(2). Spor böylelikle toplumsallaşmayı ilerletir.

Futbol, kapitalizmin bağrındaki üretim ilişkilerinin bir yansıması olarak doğdu ve kurallarının düzenlendiği, şiddet ve yıkıcılık unsurlarının denetlendiği bir ehlileşme süreci boyunca, sokaklarda yaşayan ve kapitalizm için yıkıcı bir potansiyel taşıyan işçi sınıfının kitlesel hareketini temsil özelliklerini yitirdi. Yarışmalı sporların ağır bastığı spor dünyası, yarışmalı bir toplumsal hayata karşılık geliyordu. Geç kapitalist toplumda az sayıda sporcunun diğerleri arasından sivrilmesi, şöhret edinmesi, toplumun alt katlarından yukarlara tırmanması ve dönme dolabın çarklarına kapılıp aynı hızla yeniden aşağılara yuvarlanması, kapitalizmin bağrındaki üretim ilişkilerinin evrimini yansıtmayı sürdürdü.

Futbol ve çevresinde oluşan kültür, oyunun kendisine özgü tiyatro benzeri ve kutsallık ritüellerini taşıyan nitelikleriyle, insani varoluşun evrensel çelişkilerini oynayan ve seyredenlere yaşatan bir dünyayı temsil etti. “Umut ve korku, sevinç ve hayal kırıklığı, haz ve acı, savunma ve saldırı, galibiyet ve yenilgi, fizik güç ve şiddetin denetimi gibi kutupsallıkların dolayımıyla, insani varoluşun evrensel çelişkilerini cisimleştirmekte, ve böylece mimetik ve kathartik bir anlam” kazanmaktaydı(3).

20.yüzyıl boyunca gerçekleşmiş sosyalist sistemde farklı bir spor anlayışı egemen oldu. Spor bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı büyümenin, yaşamanın ve toplumsallaşmanın bir gereği, gündelik toplumsal hayatın bir parçasıydı. Yaygın ve kitlesel spor olanağı, sosyalist ülkelerin uluslararası yarışmalardaki başarısının temeliydi. Öte yandan sporla içiçe yaşayan halkın çoğunluğu yarışmalı sporlar kadar yarışmasız spor etkinliklerine de katılıyordu. Doğa yürüyüşleri, dağcılık, bisiklet gezileri, jimnastik gibi spor dallarına ilgi fazlaydı (4).

POLİTİKA VE FUTBOL

Clausewitz’in savaşa dair iyi bilinen tarifi uyarınca, savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır. Bugün spor için bu tarifin genelleştirilebileceğini anlıyoruz. Yarışma ve karşılaşma biçimindeki spor etkinliklerinin düzenlendiği organizasyonların tarih boyunca politik ve toplumsal bir özü bulunuyordu. Antik çağ olimpiyatları, eski Helenik kent devletlerinin birliğini sağlama çabasıyla yakından ilgiliydi.1936 Berlin olimpiyatlarının Nazizm propagandasına vesile yapılmak istenmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Olimpiyat ve uluslararası spor yarışmalarının kapitalist ve sosyalist sistemler arası mücadelenin arenasına dönüşmesi, 1972 Münih Olimpiyatlarının Filistin sorunu, 1980 Moskova Olimpiyatlarının Afganistan sorunu etrafında dönmesi, uluslararası futbol karşılaşmalarının uluslar arasında yaşanan savaşların simülasyonu gibi gerçekleşmesi gözlerden kaçmıyor. Türk takımlarının Avrupa maçları, ülke kamuoyunda neredeyse küffar üzerine Osmanlı seferlerinin tekrarı gibi algılanıyor. Albaylar cuntasını işbaşına getiren darbe sonrasında Yunan futbol takımlarının UEFA maçlarından dışlanması üzerine Yunanistan’da yer yerinden oynadığı hatırlardadır. Almanya Demokratik Cumhuriyetinin soğuk savaş yıllarında NATO tarafından uygulanan ambargo ve abluka politikasını spor aracılığıyla kırdığı biliniyor.

Salazar’ın Portekiz’i onyıllarca yönetme formülü olarak tarif ettiği “üç F”, futbolu katolik inanç sistemi (fatima), ve pagan-hristiyan festival geleneği (fiesta) yanısıra bir popüler kitlesel tüketim konusu ve dolayısıyla kitleleri yönetme tekniği olarak nitelendirmektedir. Ülkelerinin futbolda gösterdiği başarılarla yakından ve bizzat ilgilenen hatta bu başarıları “yöneten” politik liderler nedense en çok faşist diktatörler arasından çıkmaktadır (Mussolini, Videla). Çöküş yıllarında Roma İmparatorluğu’nu ayakta tutan gladyatör dövüşlerinin yoz ve seyirlik şov yanıyla bundan geri kalır yanı olmadığı bellidir.

Çağımızda sporun kurumlaşma ve evriminin kapitalizmin ekonomik-toplumsal-politik evrimine denk düştüğünün örnekleri çoktur: İlk çokuluslu spor örgütü Uluslararası Olimpiyat Komitesi Milletler Cemiyeti ile yaşıt, Birleşmiş Milletler’den yarım yüzyıl daha eskidir; Türkiye’de atletizm federasyonunun Cumhuriyet’in kuruluşunu öncelediği unutulmamalıdır(1). 1920’lerde futbolda bir “Dünya Kupası Projesi” hazırlandığında, bu fikre Avrupa’da en fazla direnç gösteren ülkenin, sonradan Avrupa Birliği’ne de aynı direnci gösteren İngiltere olması ilginçtir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaş ittifakları futbolda devam etti. Galipler ve mağluplar kendi aralarında yarışıyordu. İngiltere, kıta Avrupası takımlarıyla maç yapmaya uzun süre tenezzül etmedi(3). Sporda yarışma, lig ve kupa organizasyonlarının kapitalizmin ulusal devletlerin oluşumu aşamasında ulusal düzeylerde gerçekleşmesi, emperyalizm ve küreselleşme sürecinde ise kıta ve dünya ölçeğinde yapılması, sporun tarihsel kökenleri, devlet ve sınıflar mücadelesiyle yakın ilişkisi bakımından dikkat çekicidir.

Öte yandan futbolun basit olarak halkı yönetmeye izin veren bir politik manivela ve toplumdaki sınıf egemenliği biçimini gündelik hayatta yeniden üreterek meşrulaştıran bir araç olarak görülmesine itiraz eden kimi yazarlar, futbolun bir popüler kültür biçimi olarak sergilediği mitik, dinsel, simgesel, sınıfsal, ataerkil, milli vs. anlamlara işaret etmektedir. Buna göre futbol, “toplumsal ilişkilerin ve bunların dönüşümünün popüler bilinçlerdeki hayali kuruluşuna işaret eder ve boyun eğme/direniş diyalektiğine dayanan bir kültürel mücadele alanı oluşturur” (3).

FUTBOLDA ŞEYTAN ÜÇGENİ: ŞİRKETLEŞME, ŞİDDET, ŞİKE

Futbol kulüplerinin ilk kuruldukları yıllardan başlayarak maden ocaklarındaki ya da fabrikalardaki kapitalist işletme modelini örnek aldıkları bilinmektedir: Zengin bir patronun kulüp başkanlığı, fabrika ya da ocakta çalışan işçileri temsil eden ve onların kendileriyle özdeşim kurabileceği yetenekli futbolculardan oluşan bir takım, oyunu seyrederek daha iyi bir hayata ilişkin beklentilerini, öfkelerini, tepkilerini, birikmiş enerji ve gerilimlerini “tüketecek” bir seyirci kitlesi...

Futbolun bağrında geliştiği kapitalizmin geç ve çürümüş aşamasına özgü bir evrim göstermesi, bir spor dalından geniş halk yığınlarının umut ve beklentilerini sömüren bir endüstriye dönüşmesi bu nedenle anlaşılmaz değildir.

Futbolda geç kapitalizme özgü özelleştirme süreci ilerledikçe, spor kulüplerinin kar amaçlı şirketlere dönüşmesi, savaş ve üretim hünerlerinin barışçıl soyutlanması niteliğindeki sportif etkinliğin şiddet ve yıkıcılık içeren aslına rücu etmesi, bedeni eğitme ve geliştirme özelliklerinin ölçüsü olarak yarışma ve başarmanın yerini parayla satın alınabilen zafer ve maddi kazanç getirilerinin alması kaçınılmazdı. 1980’lerin özelleştirme dalgası, tıkanan meta ekonomisi için yeni soluk boruları açmaya iki ayrı koldan girişti: Spor kulüpleri (başlıca futbol) ve kamu hizmetleri (su, enerji, temizlik, sağlık, ulaşım gibi). Futbol kulüpleri, tıpkı kamu hizmeti veren kuruluşlar gibi, hisseleri borsada alınıp satılabilen anonim şirketlere dönüştürüldü. Her iki alanda da, metalaşmaya sınırsız açılımın yol açtığı öncelikler değişimi, zedeleyici ve yıkıcı etkileriyle toplumu sarstı (5).

Son yıllarda medya ve seyirlik şov endüstrisinin büyük sermayedarları, kara para ve mafya bağlantılarıyla birlikte futbol kulüplerini fethetmeye girişti. İngiltere’de Manchester United kulübü medya baronu Murdoch tarafından ele geçirilmek istendi. İtalya’da Berlusconi-Milan örneği biliniyor. Medya-mafya koalisyonunun bu huruç harekatı, büyük takımlarla sınırlı değil. Türkiye’de Mehmet Ağar-Korkut Eken ikilisinin Galatasaray üzerine düşen gölgesinin bir dudağı yerdeki sıradan faşizmde, bir dudağı gökteki perimiliter Susurluk çetesinde uzanıyor.

Bugün çoğu spor kulübünde amatör dallar yük ve masraf kapısı olarak görülüyor, bu dallara para ayrılmıyor, bu dallarda spor etkinlikleri teşvik edilmiyor. Futbol dışı spor dallarının medya, reklam ve seyirci desteğini sağlayamaması nedeniyle gerilemesine göz yumuluyor. Kulüpleri şirket gibi gören anlayış, spor dalları arasında eşitsiz gelişmeyi derinleştiriyor. Futbol kulüpleri artık yerel taraftar topluluğu tarafından eskisi kadar sadık biçimnde desteklenmiyor. İnsanların daha kolay yer değiştirebildiği ve iletişim kurabildiği günümüz dünyasında futbol takımları ne top koşturan oyuncuları ne de taraftarları bakımından eskisi kadar yerel kimliklerin taşıyıcısı değil.

Günümüzün profesyonel futbolu, yırtıcı ve yıpratıcı bir oyun tarzına dayanmaktadır. Fabrikalardaki çalışma süreçlerinin aynaya vurduğu bu oyun tarzı, sporcuyu sık sık sakatlanma riskine maruz bırakabilen, doping ile zorlayan, bedensel deformasyonlara uğratan bir yabancılaşmayı temsil etmektedir (6).

Hem dünyada hem de Türkiye’de, futbolun ve şiddetin içiçeliğinin örnekleri, saha içinden tribünlere ve sokaklara kadar yayılıyor. Bir zamanlar “İngiliz Hastalığı” olarak anılan ve sosyalist ülkelerde örneklerine rastlanmayan hooliganizm, bugün Avrupa’nın bir çok ülkesinde önü alınamayan bir problem mertebesine erişmiş durumdadır. Galatasaray ve Roma futbolcuları arasında Roma’da saha içinde başlayan tekmeli yumruklu kavga, İstanbul Taksim meydanında Leeds taraftarı iki ingilizin öldüğü kavga, bu yılki Galatasaray-Fenerbahçe maçında Şükrü Saraçoğlu stadyumunda yaşanan tribün şiddeti, yakın tarihte yaşanmış çarpıcı örnekler... Yıllar önce Kayseri ve Sivas gibi illerin halkını birbirine topluca düşmanlaştıran ve onlarca cana malolan futbol maçları da hala unutulmuş değil. 2002 Dünya Kupası finalleri için Japonya’dan istenen hooligan raporuna “bizde hooligan yok” yanıtı veren TC İçişleri Bakanlığı da Türkiye’deki futbola bulaşan şiddetin inkarcısı olarak aslında bu şiddeti akladığını ve gözettiğini resmen itiraf etmiş oluyor.

Futbol çevresinde gelişen şiddet kültürü, özelleşen, dar kafalı şovenizmin ve faşizmin güdümüne giren futbol endüstrisinin bir uzantısı olarak anlaşılabilir. Futbol kulüplerine egemen çevrelerin kendi taraftar çetelerini örgütleyip destekleyerek mafyatik-faşist bağlantılarını besledikleri, eğittikleri ve kullandıkları bilinmektedir. Futbol hooliganizmi, kulüp (ve medya) merkezlerinden yayılan ve taraftar kitlesindeki müsait toplumsal ruh halinden yararlanan bir şiddet salgını biçiminde örgütlenmektedir (7)

Şikenin futbol endüstrisinde ulaştığı yaygınlık, geç-kapitalist toplumdaki çürümenin göstergelerinden bir başkası olarak dikkat çekiyor. Futbol alanını düzenleyen ulusal ve uluslararası kurum ve organizasyonlar, mafya ve kara para ilişkilerine boğazlarına kadar batmış durumdadır. Spor kulüpleri, hakem komiteleri, federasyonlar, kupa ve lig organizasyonları, bir gangsterler şebekesinin yönetimindedir. Futbol endüstrisi, bu özellikleriyle, büyük medya, kumarhane, fuhuş ve narkotik sektörlerine benzer ve içiçe şekillenmiş, maç sonuçlarının satın alındığı, bol bol şiddetin kullanıldığı ve halk yığınlarının sömürüldüğü bir aşamaya varmış bulunuyor.

Şirketleşen futbol kulüplerinin geri alınmasına yönelik bir taraftar hareketinin bazı ülkelerde oluşmaya başlaması, kulüpleri ele geçirmek isteyen Murdoch gibi medya patronlarının Manchester United’da olduğu gibi geri püskürtülebilmesi, sınıf mücadelesinin buralara da sirayet etme temayülüne işaret ediyor. Futbol kulüplerinin şirketleşmesine karşı, dernek ve kooperatif gibi taraftar ve futbolcu ağırlıklı seçeneklerin savunulmasının önemi artıyor.

KRİZ VE FUTBOL

Futbol gibi kitlesel ilgi konusu spor dallarının derin ekonomik kriz yıllarında çok gelişmesi, futbol oynayanların ve seyircilerin ilgi ve katılımının artması, o karanlık çöküntü zamanlarında insanların morallerini yüksek tutabilmek için artan ölçüde futbola yönelmeleriyle yakından ilgili gözükmektedir. İşsizliğin gölgesindeki maden ocakları ve fabrikalarda sahada top koşturan futbolcularla özdeşleşen seyirci yığınları bunun ilk göstergesi olmuştur.(1) Şirketlere “akıl veren” Jonas Ridderstrale isimli bir “yönetim gurusu”, ilginçtir, Türkiye’nin mevcut ekonomik krizden çıkışı için Dünya Kupasını kazanma vizyonuna sahip olmasını önermektedir (8). Öte yandan, büyük paraların döndüğü (1999 yılında 92 profesyonel ingiliz futbol kulübünün geliri 1 milyar sterlini yani yaklaşık 3 katrilyon TL’yi aşıyordu) bir iş kolu olarak futbol endüstrisi bizzat krizin içindedir. Şirketleşmiş futbol kulüplerinin kar oranları bütün dünyada düşmekte ve hisse değerleri azalmaktadır.

Kapitalist krizin pençesinde bunalan topluma sosyalizm, bugünkünden daha iyi bir hayatın vazgeçilmez bir unsuru olarak, spor ile içiçe bir yaşam tarzı önermektedir. Sporun ilkokuldan başlayarak örgün eğitim içinde beden eğitimi öğretmenleri tarafından yaptırılması, eğitim sisteminde spor derslerine ayrılan saatlerin çoğaltılması, beden eğitimi öğretmenlerinin sayısının çoğaltılıp yaygınlaştırılması, çocukların süt ihtiyacının devlet tarafından bedelsiz karşılanması, spor hekimliğinin yaygınlaştırılması, hükümetin spor, gençlik ve eğitim hizmetlerine ayırdığı bütçe payının artırılması, amatör spor etkinliklerinin ve yarışmasız sporların desteklenmesi, sosyalist bir programın anahatlarıdır(9).

Kapitalizmin boyunduruğundan kurtulma mücadelesinde, işçilerin zamanın özgürleştirilmesine yönelik talep ve politikalarının ağırlığının, 19. yüzyıl sonlarında 8 saatlik iş günü için verilen mücadelelerden 20. yüzyıl sonlarında 35 saatlik iş haftası için verilen mücadelelere kadar toplumsal gündemde kendisini her zaman güçlü biçimde hissettirdiği, iyi bilinir. Bugün daha iyi bir hayat için verilen mücadelede, işçilerin iş sırasında tüketilen işgücünü yeniden üretmesi için toplumsal bakımdan gerekli çalışma zamanını azaltmaya elveren emek üretkenliği artışının sonuçlarından yararlanmak için “çalışma saatlerinin azaltılması” talebini yükseltmesinin yanısıra, çalışma saatlerinden artakalan boş zamanlarını spor, sanat ve eğitim gibi insani niteliklerin geliştirilmesine yönelik çalışmalara ayırmasının önemi artmaktadır. Günümüzde sınıf mücadelesi, çalışma saatlerinin ve sömürü oranının belirlenmesi üzerinden yürütülen bir mücadele olmakla kalmıyor, aynı zamanda çalışma saatlerinden artakalan boş zamanlara hangi sınıfın ne ölçüde hükmedeceğinin kararlaştırılması da önem kazanıyor. İşgücünün yeniden üretildiği çalışma-dışı zamanın metalaşmış seyirlik spor gösterileri ve ilişkili başka meta ve hizmetlerin satışıyla kazanç sağlaması, sadece yeni bir sömürü kapısını açmakla kalmıyor, böylelikle ve aynı zamanda “üretimin hükümranları, çalışma ve tüketimi kendi tutucu çıkarlarıyla uyumlu değerlerle doldurmaya” fırsat bulabiliyor(10). Boş zamanın toplumsal anlamı, böylelikle topluma hangi sınıfın egemen olduğu sorusunun yanıtıyla ilişkilenmekte, boş zamana hükmeden sınıfın kültür ve değerleri kapitalist toplumun karşıt sınıfları arasındaki mücadelenin gerçekleştiği ortamı belirlemektedir. Bir boş zaman etkinliği olarak bugünkü futbol endüstrisi, çok yakın ilişkide olduğu medya ve diğer seyirlik şov endüstrisi dalları ile birlikte, bu ortamın yaratılmasına yaptığı katkı nedeniyle, nasıl dolaysız olarak burjuvazinin egemenliğini yeniden üretmeye dönük politik bir anlam taşıyorsa, sosyalist bir siyasal programın daha iyi bir hayat için işçilerin ve toplumun önüne koyduğu hedefler arasında spor dahil insani niteliklerin geliştirilmesinin toplumsal bakımdan talep edilmesi, desteklenmesi ve güvenceye alınmasının yer alması da, işçi sınıfının egemenliğini sağlamaya yönelik politik bir içerik taşımaktadır.

(1) Fişek, K., Devlet, Boş Zaman, Spor, Bilim Sanat, 18: 4-7, 1982.
(2) Bourdieu, P., Sport and Social ClasS, Social Science Information, (17) 6, 1978.
(3) Erdoğan, N. Popüler Futbol Kültürü ve Milliyetçilik, Birikim, 49: 26-33, 1993.
(4) Lök, V., Halk Koşuları, Bilim Sanat, 18: 20-21, 1982.
(5) Michie, J., Football for the Fans, Red Pepper, No:80: 22, 2001.
(6) Çupi, İ., Çehov’un Vişne Bahçesinden Futbol Stadlarına, Bilim Sanat, 18: 13, 1982
(7) Marsh, P., Fox, K., Carnibella, G., McCann, J. and Marsh, J. Football Violence and Hooliganism in Europe, Report of the Amsterdam Group, 1996
(8) Hürriyet, 14.05.2002, 12
(9) Acun,E., Çocuk ve Spor, Bilim Sanat, 18: 17, 1982
(10) Argın, Ş., Boş Zamanın Toplumsal Anlamı Üzerine Notlar, Birikim, 43:29-41, 1992.

Hiç yorum yok: